27 Şubat 2010 Cumartesi

İntihar Satıcısı

Bir intihar satıcısı
Yürek yırtığının bitiminde köhne zamanı
Ne ararsan var
Gazla
Uçurumdan
İple
Kurşunla

Bekaretinden acil intiharlar
Tereddüt garantili

Envai çeşit yitişler
Ön ödemeli bitişler
Ölünce yarısı
Yarısı öldükten sonra
Yanında halesiyle
Sevdiğinle gelirsen kanat da veriyorlar

Bir de not :
Göz kapaklarının örtülmesi fiyata dahil değildir.
Gözünüzün açık gitmenizden firmamız mesul değildir.

Karanlık Bir Akıntı

Toprağı gömerken içine
Ta dibine
Ölü bir perde
Kapanamadan
Rüyasını unuttuğu son kurşunla
Yeniden gizlenmiş
Giz-lediler


Boyun eğmek için
Toprağa
Daha çok erken
Önce boyun lazım
Sonra boyunduruk
Sonra açlık
En önce korku
Tabii ki tasmalı bir korku

Teni gösteren bir zevk
Hep o tüylü çıkıntılar
Savaş biter bitmez sevişen özlemler
Ustaca istiflenmiş öykü tortuları
Tüm yollar hava da asılı
Yeryüzü gibi

Bazen en iyi doğum
Dağı dinlemektir
Ama susarak alçakta
Heybet küçültür çünkü
Mavi hiçbir zaman mavi olmadı

Her harf düşümünde
Kimi yanılır
Kimi yoğrulur
Ortasındakiler cennetliktir
Ölmek için denemeye fırsatları olmaz
İşte öyle
Haz bataklığı işte

Ateşin en körpesi havada
Kim yakalarsa
En uzağa o ölür

Aslında bütün ulaklar iş başında
toprak neyse yol da o
göçebe bekleyiciler
her gün bir müjde gömüyor yaşamına

yol kandır
yol kanmaz
acıtır düşlerken
kimsesizliğin tarihini..

15 Şubat 2010 Pazartesi

Acemi Öykücü

Bugün gerçekten de çok entersan bir şey yaşadım. Benden bir öykü yazmam istendi. Yeni çıkardıkları bir edebiyat dergisinde yayımlayacaklarmış. Her ne kadar bana bu isteği yapanlara,"bakın ben öykü yazmayı bilmem. Bırakın öykü yazmayı, ben hayatım boyunca tek bir satır bile yazabilmiş değilim" desem de maalesef ikna edemedim. Gerçekten öyle ama. Öğrenciliğimde bile kompozisyon dersinden hep zayıf almışımdır. Giriş ve gelişme bölümünü az buçuk kıvırır, ancak sonuç bölümünü hiç beceremezdim. Sonuçta sonuç hep sonuçsuz kalırdı anlayacağınız. Örneğin giriş bölümünde ailemin ne kadar yoksul olduğunu anlatır; gelişme bölümünde hep hayalini kurduğum bisikleti söyler; sonuç bölümünde de televizyonda izlediğim çizgi filmlerden bahsederdim. Anlayacağınız yazmaya yaşamım boyunca hiç yeteneğim olmadı.

Ama o hiç tanımadığım sıfır traşlı, nazik adam öyle içten istedi ki bir öykü yazmamı, her ne kadar hayır desem de, bunu yapmak zorunda olduğumu hissettim. Ama nasıl yazacaktım ki? Hem daha öykü nedir onu bile bilmiyordum? Tamam kulaktan dolma bir takım bilgilere sahiptim. Örneğin herkesin bir öyküsü olduğunu biliyorum. Ama bu yeterli değildi. Hemen en yakın kütüphaneye gittim ve öykü üzerine yüzlerce kitap okudum. Tam olarak bilgi sahibi olamasam da, iyi kötü fikir sahibi olmuştum. Doğrusu bu durum da içimi bir hayli ferahlatmıştı. Şimdi üşenmeyip bir an önce işe koyulmalıydım. OKuduklarımdan öğrendiğim şeyleri fırınıma koymanın vakti gemişti. Önce bir konu bulmalıydım. Galiba işin en zor kısmı da buydu. Hatta bu durum için yardım bile almam gerekebilirdi. Ve yardımın adresi hazırdı kafamda. Tabii ki sevgilim. Hemen sevgilimi aradım. Fakat sevgilimin sesi titrek, endişeli ve korku doluydu. Sakin olup durumu anlatmasını istedim. Fakat dediğimi yapması çok zordu, sanırım başına çok kötü bir şey gelmişti ve derdini anlatamıyordu bile. Yarım yamalak ve ağlamaklı bir ifadeyle hemen yanına gelmemi istedi. Bir hayli endişelenmiştim. Taksiye atladığım gibi evine gittim. Zili çalmamla, kapıyı açıp hıçkırarak bana sarılması bri oldu. Bir süre kendi kendime "ne oldu sevgilim" dedim. Ağlama sesinden beni duyması mümkün değildi çünkü. Belli ki onu çok korkutan bir durum meydana gelmişti. Neyse ki bir süre sonra sakinleşti ve odasına gelmemi istedi. Benden bunu isterken küçük ve masum bir kız çocuğuna bürünmüştü sanki. Hani korku filmlerindeki içine şeytan girmiş minicik kızlar gibi. Bu da nereden geldiyse aklıma şimdi...Neyse elimden tutup, çekiştirerek odasına götürdü ve :

"gördün mü?"
"Neyi gördüm mü"
"Kapı işte kapı"
"Evet kapı"
"Bu ikinci kapı"
"Evet ikinci kapı"
"Bu kapı yoktu"

Nasıl yoktu diyecekken kesti sözümü :

"Bu kapı yoktu, odamın sadece bir kapısı vardı. Bir de bu durumun en tuhaf kısmı var tabii.."
"tuhaf derken?"
"tokmak..."
"tokmak?"
"tokmak yok! Kapının tokmağı yok!"
"Hıı... Evet"
""Ay ne kadar sakinsin ya inanamıyorum! Sanki her gün birilerinin evinde ikinci bir kapı hortluyor..."
"Ben.. Daha öykü yazacaktım ama. O sıfır traşlı adam benden... Neyse çilingirci çağıralım bari..."
"Sen iyice salaklaştın ha. Tokmak yok, anahtar deliği yok. Dümdüz kapı. Aaa görüyor musun?"
"Neyi?"
"Zili... Kapının yanında zil var..."
"Ya bak eğer bu bir şakaysa..."
"Bir dakika telefon çalıyor. Ben hemen bakıp geliyorum. Sakın bu odadan bir yere kıpırdama..."

Zil... Evet tabii ki yapılması gereken şey zile basmak... Açan yok. Bir daha basayım; içeri mutlaka girmesi gereken biri gibi basayım. Açılıyor. Kapı açılıyor... Ya ne tuhaf. Ben çok korkardım böyle mistik, gerilimli hikayelerden, oysa şimdi bana hiç de yabancı gelmiyor yaşadıklarım. İçerisi çok karanlık. "Kimse yok mu? Kapınızı unutmuşsunuz da... Sevgilimin evi burası! Kimse yok muu?"O da ne! Süslü üslü, gösterişli bir kraliyet koltuğu sanki. Bir adam oturuyor. Tam seçemiyorum. Sıfır traşlı bir adam. Bir şeyler söylüyor, o söyledikçe hemen yanıbaşındaki aynada bir dudak sesli sesli kıpırdıyor.

"Yazdın mı çocuğum?"
"Hı?"Öyküyü diyorum..."
"Öyküyü? Sen o musun ?"
"Yazdın mı?"
"Yok. Tam yazacaktım ki. Sevilim... Kapı... Tokmak..."
"Yazdıysan ameliyat edecektim"
"Sen cerrah mısın?"
"Öykücü cerrahım. Bak ne yazıyor ofisimdeki levhada" "Mutlu mesut ve Mistik Öyküsel Doktorluk Bürosu""Hadi yaz hemen çocuğum. Saat dörtte başka bir ameliyatım var"
"Peki... Peki hemen yazarım. Şöyle düşlü müşlü birşey olur değil mi?"
"Olur çocuğum olur. Hadi bekletme beni..."

Kapıdan dışarı tekrar sevgilimin odasına çıktım. Çıkmamla birlikte kapı kayboldu. Tam o anda da sevgilim geldi :

"Kimmiş arayan bitanem?"
"Bir doktor. Şiir yazabilir misin dedi bana. Yazamam dedim. Hemen yazmalısın dedi ve kapattı."
"Sen ne yaptın? Kapı ? Yok?"
"Sorma. Zile bastım ve bir anda kayboldu. Sen iyisi tüm yaşananları unutmaya çalış. Şey... Ben hemen gitmeliyim. Hemen bir öykü yazmalıyım. Sen de mutlaka bir şiir yaz. Öptüm aşkım görüşürüz..."

12 Şubat 2010 Cuma

Son Nota

Kadın _ Yıkım... Bak ben bu kelimeye hiç ama hiç yabancı değilim. Yine de bu kısa olmayan, yaşadığımız duygu sürecinde bunu anlaman gerekirdi.. Zaman zaman sanki içi boş, anlamsız bir çukura bakıyormuş gibi dalmamdan bunu anlayacağını düşünmüştüm. Bak! Hala ruhumdaki on senelik duygu enkazının kalıntılarını temizlemekle uğraşıyorum. Ve o kadar yoruldum ki daha fazla kalıntı temizleyecek gücüm kalmadı. Sen sancılı geceleri bilir misin? Bana ait, geçmişimden bir türlü kopmak bilmeyen sancılı geceleri.O gecelerde sancıların nasıl ruhumda tortulaştığını, ölüm kokusunun nasıl burnuma sindiğini bilir misin? Bir de kalkmış bana üç cümlede bir yazgı diyorsun. Hah! Yazgıymış! O yazgı on sene yoktu bende. On sene yazgısız yaşadım ben. On senenin sadece onda biri okunaklıydı belki de. Geri kalan süre, mutsuzluklardan ve yalancı mutluluklardan ibaretti sadece. Yaşam bana içten, çocuksu kahkahanın nasıl atıldığını bile unutturdu. Umut... Bak işte o kelimeyi iyi tanırım. Eğer kalbim hala çarpabiliyorsa o kelimenin elimden sıkıca tutması yüzündendir. O sancılı gecelerde, göz yaşlarımdan bile nefret ettiğim zamanlarda umut hep karşımdaydı, hep dertleşti benimle... Sen gerçeği istemek nedir bilir misin? Sahtelikten, bayağılıktan uzak, içinde şefkat olan gerçeği... Çıkarsız, menfaatsiz, bir vücuda değişilmeyecek, oyunsuz, yalansız gerçeği... Ve gerçeğe olan tüm inançsızlığınla bile hala ve hala gerçeği aramak nedir bilir misin? Beni yanıltma... Lütfen... Yalvarırım beni yanıltma... Onca inanmazlığın içinde bir sen çıktın gerçeğe yakın... Ve şimdi beni dinliyorsun karşımda. Ayrıntılarıma yakından bakıyorsun, bakışlarından anlayabiliyorum. Ama... İçinde yıllarca birikmiş göz yaşlarından oluşan bir roman gibi bitkinim şu an... Biliyor musun, ruhumu, mutsuzluğumu bile dinlendiremedim bir an olsun. Ama sen yanımdayken dinlendiklerini keyiflendiklerini hissediyorum... Senin karşında hafızamı kaybetmek, hiçbir şey hatırlamamak, utangaç, çekingen bir kız çocuğu olmak istiyorum sadece... Ama yanıltma beni. Sen de diğerleri gibi bir bedene takas etme duygularını. Bedenin, bedenim kırışabilir ama duygular? Lütfen... Bak! Ben tercih etmedim takıntılarımla birlikte yaşamayı. Onlar bana sancılarımdan, yüzlerini sonradan çözebildiğim maskeli adamlardan mirastır. Şüphe, güvensizlik bir gölge gibi takip etti beni yıllarca. Ve.. Biliyorum... Bazen acıttım canını... Kendim olamadığım zamanlara denk geldi bu anlar. Ve belki de seni acıtarak mutluluk çaldım senden... 'Nasıl?' der gibi bakıyorsun bana... Ah tatlı adam... Anlasana, canını her acıttığımda biraz daha güçlüymüş gibi hissediyordum kendimi. Oysa ben bilmiyor muyum kendimi her 'mış' gibi yaptığımda biraz daha eksildiğimi...Ahh Don kişot ahh! Hayallerini yaratan da o, öldüren de o... Ben artık don kişot olmak istemiyorum... Artık hayallerden yarattığım mutlulukların üstüne düşman postu giydirip, mızrak sallamak istemiyorum. Artık beni mutlu edeceğini düşündüğüm hayallere ulaşabilmek için binlerce kilometre yol kat edecek gücüm kalmadı... Ah tatlı adam ahh... Oturmuş dinliyorsun beni. Söylesene bir gün bıkmayacak mısın benimle uğraşmaktan? Daha ne kadar yalnızlığımın içinde barındırabileceksin yalnızlığını? Ama yanıltma. Sana yalvarıyorum yanıltma beni... Gözlerindeki ışıltı hep gerçek olarak kalsın ne olur... Nihayet yakalandım... Ağlıyorum işte... Çırılçıplak hissediyorum şu an kendimi. Ama salgıladığın huzur sayesinde giyinmeye bile gerek görmüyorum... Ben... Ben...Adam_ Ben seninleyim...Kadın _ Şu müzik... Ne kadar çılgınca esiyor, sert bir rüzgar gibi. Bir oraya bir buraya koşuyor notalar ardına bile bakmadan. Hem isyankar hem itaatkar... Ben bu çelişkiyle varım diyor adeta. Böyle bir besteyi yaratabilmek için deli olabilmek gerek... Çelişkilerle zevk alıp çelişkilerle boğulabilmek gerek. Etrafının, vücudunun, aşklarının , hislerinin tamamen düşlerle dolu olması gerek. Sürekli düş dolu bir kabı ruhuna dayayıp kana kana içmen gerek. Son nota... Bu müziğin bestecisinin en korktuğu şey bu olmalı. Son nota... Neymiş efendim her son yeni bir başlangıçmış. Palavra bunlar! Umut tacirlerinin süslü tesellilerinden biri işte... Korku... Bestecinin son nota korkusu... Bir düşün. Bizim ilişkimizi. Notalardan oluştuğunu... Kimi zaman coşkuyu zirveye çıkaran kimi zaman dokunaklı anları kalbimizde hissettiren notalardan oluştuğunu... Ya da tüm duyguların el ele birleşip haykırdığı anlar. Düşün bir : Seni çok özlemişim. Odamda kendimleyim. Loş ışık hem odayı hem beni sarmış. Ağır ağır, sanki yavaş çekimde güldüğümüz anları düşünüyorum. Ne kadar dingin, uysal bir müzik yakışırdı değil mi bu ana? Peki ya senin bile mutsuzluklarıma renk veremediğin anlar? Sanki bir şelaleden düşüyor muşum gibi... İşte buraya da boşlukta birikmiş tüm notalarla çalınan buruk bir ezgi yakışırdı... Ahhhh tatlı adam... Mışıl mışıl dinliyorsun beni. Peki ya bizim son notamız? Bugün? Yarın? Sonbaharda? Ağaçların çiçeklendiği an mı yoksa? Korkuyorum... Korkuyorum tatlı adam... Sen bilir misin hem acıya bağışıklık kazanıp hem acıdan korkmanın ne demek olduğunu? Ben bilmek istemezdim. Ama biliyorum. On sene karnımda büyüttüm ben o acıları... Ama seninle hafifledim... Senin iyiliklerin sayesinde aynaya ürkmeden bakabildim yıllar sonra. Sığ zamanlar seni tanımamla, sana inanmamla geride kaldı... Senin ruhumu ilk kucakladığın an güvenebildim sana... Ama lütfen yanıltma beni tatlı adam. Yüzyıllarca kal yanımda... Son nota sadece ömrümüzün son noktasında bulsun bizi. Hadi... Şimdi öp beni... Çılgınca öp...

7 Şubat 2010 Pazar

Bir Mektup

Canım sevgilim. Sana bu mektubu koşarken yazıyorum. Hem de oldukça hızlı bir Çita gibi koşarken. Biliyorsun sana söylemiştim Çitalar dünyanın en hızlı koşan hayvanıymış. Ya da bir devekuşu gibi koşuyorum. Aslında nasıl koştuğum pek önemli değil; ama canımı kurtarmak için daha hızlı koşmalıyım. Neden mi? Çünkü arkamda sanıyorum beni öldürmek maksadıyla peşimden koşan birkaç adam var. Sayılarını tam bilemiyorum; ne olur kusuruma bakma. Sayılarını öğrenmem için duraklamam ve saymam gerekecek, ki bu durumda da bana yetişmiş olurlar. O zaman da istediklerini elde etmiş olurlar. Bana hak vermelisin ki böyle bir durum da benim için hiç hoş olmaz...
Koşarken önümü daha rahat görebilsem. Ama bu mümkün değil çünkü etraf oldukça karanlık. Sokaklarda kimse yok ve ayak seslerim bile beklediğimden çok fazla yankılanıyor. Bir yerlerden dalga sesleri geliyor ama tam olarak nereden geldiğini çıkartabilmiş değilim. Zaten bir o sokağa bir bu sokağa dönmekten başım da döndü. Ve nasıl terliyorum anlatamam. Evet gerçekten anlatamam çünkü bunun hiç yeri dğeil kusuruma bakma. Soluk soluğa kaldım. Soluk soluğa kalmak gerçekten bir deyimse ben şu an o deyimin tam ortasındayım diyebilirim. Tanrım nasıl da başıma geldi bütün bunlar... Lanet olsun sağ ayağımın diz kapak kısmında korkunç bir ağrı oluştu şu an. Galiba hafif hafif topallayarak koşuyorum. Ve inanılmaz bir acı çekiyorum. İnanılmaz mı? Hayır ben inanıyorum. Artık her şeyin olabileceğine inanıyorum...
Canım sevgilim... Bu arada seni çok özlediğimi söylemiş miydim sana? Ha sahi. Sana bir şiir yazdım ama ne olur beni affet şu an okuyamam. Eğer olur da bu durumdan sıyrılabilirsem en kısa sürede okuyacağım. İnan bana çok beğeneceksin. Hatta geçen sefer olduğu gibi içkimizi yudumlarken ve dudaklarını seyrederken okumak isterim. Olamaz! Çok yaklaştılar galiba! Daha çevik olmalıyım. Tıpkı bir panter gibi. Tanrım ne inatçı adamlar bir türlü peşimi bırakmıyorlar. Çok susadım. Hiç bu kadar suya muhtaç olduğum bir an olmamıştı. Bu ilki de şimdi yaşamış oldum. Ama bundan sonra daha kaç ilk yaşarım inan bilemiyorum. Hah hatırladım bak bu sokağı. Şu an seninle daha geçen gün gezindiğimiz müzik evinin önünden geçiyorum. Anımsadın mı? Sana Alya olivya'nın son albümünü almıştım. neydi adı, neydi adı? Hah... Mavi bataklık... Hay aksi! Yetişiyorlar galiba. Ayak seslerini daha yakından duyuyorum sanki. Biri kösele giymiş yalnız o kesin. Öyle ses çıkarıyor ki anlatamam. Tak tak tak tak... Bu sesi ömrüm boyunca unutamam zannediyorum. Ömrüm boyunca? Bu boy... Yani ömrün boyu benim için ne kadardır hiç bilemiyorum şu an... Tek bildiğim kısa olma olasılığının oldukça yüksek olması... Peki diyelim ki beni yakaladılar... Acaba beni nasıl öldürürler? Boğarak mı ? Bıçaklayarak mı? Yoksa döverek mi? Bana seçenek bırakırlar mı? Ya da son bir istek... Ne olurdu ki son isteğim? Daha atik olmalıyım... Durumumun o kısmına gelmemek içim elimden geleni... Yani bacaklarımdan geleni yapmalıyım...
Bak şu an nereden koşuyorum hayatta inanmazsın... İlk buluştuğumuz kafe. Ne heyecanlıydım hatırlıyor musun ? Üst üste iki defa masama gelen çayı dökmüştüm üstüme. Nasıl gülüyordun o komik halime... Sonra itiraf etmiştin zaten. Ben seni o komik halinle sevmiştim demiştin.. Keşke şimdi yanımsa olsan öyle ihtiyacım var ki sana.... Tanrım neler diyorum ben. Yanımda olsan büyük bir tehlikenin içinde olurdun şu an... Hayır hayır beni mazur gör. Şu an yanımda olmana asla müsaade edemem. Belki başka bir zaman. Ne kadar yoruldum anlatamam. Biraz mola istesem mi ? Desem ki 5 dakika dinlenelim arkadaşlar sonra devam ederiz tekrar, söz... Biliyorsun benim sözüm sözdür. Sözümü tutarım. Ama bunu onlara anlatmam biraz vakit alabilir tabii. Çok yaklaştılar. Bırak ayak seslerini şu an nefes seslerini bile çok net bir şekilde duyabiliyorum. Hatta biri bırak nefes almayı bir köpek gibi hırlıyor... Tanrım içinde bulunduğum durum gerçekten de korkunç galiba...
Canım sevgilim... Sana şimdi çok özel bir şey söyleyeceğim. Aslında bunu sana Martın Yirmi ikisinde yani doğum gününde söylemeyi planlıyordum. Ancak Mart ayını görememe ihtimalim var şu an... Nasıl başlasam... Biliyorsun Beş yıldır birlikteyiz ve bir kaç şiddetli kavgamızın dışında bir sorun yaşamadık. Sana sevgim ilk tanıştığımız günden bu yana hiç ama hiç azalmadı... Yaklaşıyorlar... Hiç uzatmayacağım kızma bana... Benimle evlenir misin? Biliyorum ben böyle kan ter içinde, canımı kurtarmaya çalışırken söylememeliydim. Kaşlarının birden nasıl çatıldığını buradan görebiliyor gibiyim... Ama başka bir ihtimal yok şu an anla beni. Bunu sana söylemeliydim. Ben seni, kendimle hayatımın sonuna dek paylaşmak istiyorum... Hay aksi! Nasıl oldu da buldu beni bu talihsiz durum... Neden ben? Neden ben?

Artık koşacak gücüm kalmadı. Gözlerim kararıyor... Neredeyse yıkılacağım. Ve neredeyse ensemdeler... Ölümü hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendime. Birazdan göreceğiz ruh var mı yok mu; kafasının üstünde halesiyle melek abla beni almaya gelecek mi? Peki ne vakit yaşamım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçecek onu bilemiyorum işte. Hızlı oynamasa bari. Tadını ala ala şöyle her anımı seyredebilsem... Endişelenme sevgilim, büyük ihtimalle seninle geçen gece yaşadıklarım sansürlenir... Sana duygumu anlatmak zorlandığım özellikle bri kaç ayda da alt yazı geçerler yüksek ihtimalle. İşte... Bir el.. .Omzuma dokundu. Beni durdurmaya çalışıyor. Bak.. Seni çok sevdim tamam mı? Seni hep çok sevdim... Daha hızlı koşmalıyım... Aramızda mesafe bile kalmadı... Ne talihsiz bri adamım. Ne talihsiz bir yazgı benimkisi. Oysa daha bir kaç saat evvel , elimde kırmızı şarap kadehi, senin bana aldığın kitabı kitabı okuyordum... Anımsadın mı? Koşarken... KOnusu da bir çulsuz bir adam sevdiği uğruna bir kitapçıdan yüzlerce kitap çalmış. Sırf hepsini sevdiğine hediye edebilmek için. Sonra da güvenlik görevlileri tam adamı yakalayacakken, adam parmağını bir şıklatmış ve peşindekiler kaybolmuş. Adam o kadar usta bir yazarmış anlayacağın...

Canım sevgilim... Aldığın kitabı bir çırpıda okudum. Sanıyorum şu anda şu anda, uzandığım kanepede, saçlarımı usul usul okşaman da bu mektubu yazmama engel değil... Sana hep koşarken...

Otopsi





komadayken geldi
eli yüzü darmadağın duygu içindeydi
zaten gözyaşlarından tanınmaz haldeydi
hemen ameliyata aldık
sanırım bir bir ayrılık sonuydu geldiğinde
kırık bir mevsimdi galiba
üstünde kesif bir güz kokusu vardı
nasıl da titriyordu
iki sözcüğünün arasında sıkı sıkı tuttuğu veda


İlk gördüğümde yitikti bakışları
noktası virgülü darağacındaydı
boynunda veda izi vardı
hiç unutmuyorum
sırtında düzensizce kalem darbeleri
çığlıkları bile ayazda kalmıştı
sonradan söylediler bana da
umutlarını toplayamamışlar yerden
soğumuş bir umut nasıl yeniden doğar ki...

fazla da yaşamadı zaten
bir cümlelik kefene sardılar
gölgesiyle de acılarını örttük
üstünde anlaşılmaz birşeyler yazıyordu

otopsi istediler sonra şiire
ecelini yüreğinde unutmuş diye yazdık rapora
kimdir
ne zaman yazıldı
bulamadık
Zaten çok insan da okumamış belli

vakit geçmeden de defnettik
öksüz duyguların yanına

hiç unutmuyorum
geldiğinde
günlerden
ya siyahtı ya gri...

Satır Başı

Öyle çok tükettim ki seni, görünen yokluklarınla.
Oysa hiç indirmemiştim ben sana sevgimin kepenklerini...

Satır başı...

Ürkek bir imla gibi kaybolduğum zamanlarımda,
bana öpüşmenin kim olduğunu fısıldadığın zamanlarımda,
terleyen hayallerimin utanılacak özneler olmadığını defterime çizdiğin zamanlarda,
zamanlarımın içinde utançlarımı saklayan kılavuz olduğun zamanlarda,
yalnız yıldızdan kendini yeni salıvermiş bri meteor parçasıydım sadece...

Satır ortası...

Hani ben,
şövalesinde kımıltısız bir tuval iken,
sen eline aldın da uysal fırçanı,
eskizlerime bile bakmadan işlemiştin beni.

Dökülen boyalarımdan bile eski renkler çıkmıştı anımsarsan...
Bir de tuvalle şövale arasındaki düğümü çözmüştün bilirsen...

Satırın keskin köşesi...

Sana birçok ölüm borçluyum,
çünkü ben sende çok öldüm bilesin...
Şehvetimin gövdesinden sızan reçinede hakkın vardır bilesin...
Ellerine, gözlerine, nefesine, dokunuşlarına da borçluyum.
Hani o düşlerimin içindeki denizin kıyısında,
uzaklar için yaptığın tek kişilik sal durur hala orada...

Biliyorum...
O zaman da olduğu gibi hep tek kişiliktin...

Satır aranması ya da satır sitemi...
Ya da bir satır nakaratı veya yineleyiş...

Öyle çok tükettim ki seni görünen yokluklarınla.
Oysa hiç s.indirmemiştim ben sana sevgimin kepenklerini...

Yine satır başı ya da obsesif bir satır arzusu...

Renksiz Bir Kesit

Bir boşluğun içinde
kaypak yüzler bağırıyor avaz avaz.

Tersine koşuyorum,
köhneleşmiş masallarım damağımda.

Oysa uçurum daha çok genç,
benimle buluşmak için.

Anladım ki,
Ben kendimin imgesiyim aslında,
ağır, kalın ciltli anılarımda.

Bir ayraç bile kurtaramaz,
hüzünlerime unutkanlığımı...

Çalışma masamın gri tarafındayım.
Bir küba filminden arakladığım puroyu içiyorum.

Mantar panomda,
kırılmış camlardan bile yansımayı beceremeyen,
acemi ilişki fotograflarım...

Yanan bir tütsü...
"Ne kokar bu" dedim satın aldığım varoş çocuğuna :
"çılgınca kokar abi" dedi.

Bu geceler benzedikçe birbirine,
bir bir yıkılıyor benim de çığlıkla yonttuğum umutlarım...


Yine bir oda...
Yine aynı ketum duvarlar...
Yine aynı rakı kadehimi taşıyan vefakar masa...
Yine aynı vazifesini yapamayan beceriksiz aşklarım...
Yine aynı en berrak rüyalarımda bile sevişmeye cesaret edemediğim sen...

Bir boşluğun içinde yüzme bilmeyen okyanus,
tersine koşuyorum,
dilimin atında hissedebildiğim bir renksizlik,

Üstümde bana kısa gelen bir düş...

Garip Sözcükler Koleksiyoncusu

Keşfetmenin ihtilalidir
yere düşmüş
kirli sözcükleri toplayıp,
birikmiş hatıralar kitabesinde.

Bazen masal lezzetinde bir imgelem çıkar,
bir gece pırıltısında...
Bazen korku renginde bir şiir, çıkarır tırnaklarını acımasızca,
loş bir duygu halinde.
Bir heykeltraş nezaketiyle yontar cümlelerini toplayan,
yere düşen kirlenmiş sözcükleri.
Kendiyle arındırır önce yunağında,
içine hayal serperek.
Bir elmasın sertliğinde ölümsüz cümleler biter, toplayanın dallarında.
Gizli kuyular oluşur toplayanın usunda,
kiminden şiirlerin, kiminden öykülerin çıktığı...
keşfetmenin ihtilalini yaşar hep,
garip sözcükler kolleksiyoncusu...

Fotoğraftaki Ten

Fotoğraftaki ten.
Ağrılı bir anımsayış…

Arsız hatıraların içinde, saklanmış küskün aşıklar…

Yağmalanmış ayrılıklardan sıyrılan vazgeçmiş intiharlar…


Diye başlar yazacaklarım,
doğmamış bir sayfanın ilk iç çekişinde.

Ellerim öylesine hırçın,
bir kadeh kin tutarken.

Ruhumda bir mayın,
bir inançsız cümle patlatacak sanki.

Şakaklarımda utandıran anılarımın hırıltıları…

Fotoğraftaki ten…


Sarhoş bir şehvet,
yürüyebilmekten aciz körelmiş dokunuşlarıyla.

Unutulmuşun içinde kalan bir ten parçası yaşatıyor,
gözbebeklerinden aynalara sıçrayan öpüşmeleri…

Çarşaflara sarılmış dokunuşlar,
arzularımın arasından kayıp gidiyor ölü bulutlar gibi…

Ten, Sen ve Fotoğraf…

Dudaklarından düşen gözyaşlarını topluyorum tane tane…
Usulca…
İncitmeden…
Saklayarak…

İnce bir rötuş yapıyorum kalbinde sonra.

Fotoğrafı siliyorum.
Sen ve Ten kalıyorsun geriye.
Bir de bakışlarındaki dönüşsüz yara…

Diye biter,
yalnız sen

Dirim ve Yas

Dirim/i kokundan mahrum eden zehirli geçmişim,
zehirli dokunuşlara bulaşıyor isimsiz bir salgın gibi.
İsmi kaybolmuş bir sancının şifrelerini çözmeye çalışırken,
yine böyle bir aşk havlinde,
göğün üstünde ücra bir hücreye sokulasım geliyor.
Bir ihanet arefesinde,
ihaneti sanki bir bayram gibi kutlamaya çalışmak...
Sabahın gözünü yeni açtığı bir vakitsizlikte,
heyecanla, yastığımın altında sakladığım dudak izlerini acıma giydirmek istemem...
Yasını tutturmaya çalıştığım,
daha yeni kırılmış dokunmalarımız değil mi...
Anlayamadığın öykülerimiz saklı hala bedenimde.
İhtirasla avuttuğum,
yeni yetme bir yalnızlık değil ki bendeki.
Yine de biliyorum...
Mayalamaya çalıştığım hamurumuzdan,
bayağı kuşe kağıda basılı,
Üç beş kişinin okuduğu bir küpür olur sadece...

Kalırsa da dibi kalır denizin...
Kalırsa da rengi kalır sadece denizin....
Kumsalımızdan geriye kalan,
birkaç sararmış bakışın,
canıma dokunuşların,
biraz da nefesin olur sadece...
Ben gidiyorum şimdi,
öyküler mezarlığıma...
Senin de isminin olduğu,
gözyaşı düşürdüğüm anılardan,
biraz af dilemeye...

Ayyaş

Bir ayyaş,

Gözyaşı durağında hayatını bekler

Nasır tutmuş acıları bakışlarını kavramış

Öylece duruyor unutulmuş bir taş parçası gibi

Atıyor elini yırtık cebine

Vesikalık, sararmış bir aşk anısı

Atıyor elini öteki cebine

Üç kuruş para bir de solgun zamanlar

Doktoru 'sert yerde yat' demiş

Parktaki konforlu bankta yatıyor ondan mütevellit

Diyetisyeni 'aman dengeli beslen' demiş

Bir somun bir soğanla, uyuyor harfiyen nasihata

Zaten beklediği hayat da gelmedi durağa.

Kirli, uzamış sakallarını okşuyor usulca

Yanağından dudağına üşüyerek kayan bir damla

Mırıldanıyor sonra :

'Bu kış soğuk geçecek'

Aramızda Kalsın

Aramızda kalsın.

Siz Neruda okuyordunuz

güneşsiz bir buluşmanızda.



Sandalyenizde oturmuş,

hafif hafif gülümsüyordu duruşunuz...


Kısa bir etek giymiştiniz,

şehvetinizi açıkta bırakan...


Kahve fincanınızdaki ruj izi,

belki de sadece benim umurumdaydı...


Rüzgar yoktu ama,

saçlarınız yine de savruluyordu benden yana...


Belli ki sabahınızdan çıkarken,

buğulanmış aynanızda biraz bakmıştınız,

nemli gözlerinize...

Bilemiyorum...


Sanki daha yeni, bir aşkın kapısını hızlıca çarpmışsınız gibi.


Aramızda kalsın...

Neruda'nın en güzel dizelerini okuyorsunuz şu an,

hiçbir ayrılığa haksızlık etmeden...

Onun sihirli sözcüklerini yavaş yavaş çiğneyerek...


Masanızda bir tutam yapma çiçek...

Sanki üfleseniz canlanacaklarmış gibi...


Aramızda kalsın...

Ben sizi,

siz yaşarken terk etmiştim aslında.

Şimdiki bakışlarımın pişmanlığında...

Ten Karmaşası

TEN KARMAŞASI

(Bir gece vakti, bir oda da konuşma hali.)

Adam _ (Kanepenin bir ucunda, sağ elini sağ şakağına dayamış, uzunca bir süredir suskun, yüzünde anlaşılmaz bir buruklukla oturmaktadır.)
Kadın _ (Karşı kanepede başı biraz öne eğik, sol eliyle dudaklarını çekiştiriyor, uzunca bir sure suskun, endişeli hatta tedirgin bir yüz ifadesi vardır.)
(Belki bir saattir konuşmadan sükunetle oturmaktadırlar, ara sıra dolambaçlı bakışlarla birbirlerine bakmaktadırlar. Sanki bir şey söylemekle söylememek arasında yaşanan umarsız bir boşluk gibi…)
Kadın_ (Çok narin, ince sanki dere yatağından yavaşça akan su gibi gözlerinin kenarından birkaç damla yaş akar, yüzünü yalayarak çenesine doğru. Fakat yüzünde hiç de öyle ağlamaklı bir belirti yoktur. Gözleri, hareketsizce pencereden görülen gökyüzüne bakmaktadır.)
Adam _ (Kımıltısız bakışlarıyla kadının gözlerinden inen yaşları seyreder. Bir şeyler söylemek ister, fakat onu engelleyen sessizliğe bir süre daha yenik düşer. Hatta ağzından dökülecek ilk kelime bile önemli olmalıdır onun için bu hüzün dolu havada.)
Kadın_ (Sanki binlerce yıldır hiç yerinden oynatılmamış bir heykel gibidir. Gözyaşları kurumuş, geriye sadece odanın loş ışığında parlayan izi kalmıştır, hala pencerenin ardındaki gökyüzüne bakmaktadır hareketsizce.)
Adam _ (Adam ayağa kalkar, odanın kenarında ki masanın üstün de yanan mumun yanına geçer, elleriyle mumun arkasında şekiller yaparak duvarda yansıyan, kendi yarattığı şekilleri izlemektedir. Bütün bunları yaparken yüzünde asla bir tebessüm ifadesi yoktur, evvela bir köpek kafası sonra bir timsah başı yapmaya çalışır. Ellerini açıp kapatarak sessizce konuşturur gibi yapar timsahı mum ışığının duvara verdiği gölgelerle. Amacı ne kadını böyle çocuksu bir oyunla güldürmek, ne de kendini eğlendirmektir.)
Kadın_ (Bakışlarını gökyüzünden alıkoyarak adamın ellerinin duvarda oluşturduğu gölgelere çevirir. Sanki çocukluğundan arta kalan bir şeyleri izliyormuşçasına dikkatini çevirir gölgelere. Manasız bir şekilde ağzı açılıp kapanan timsah gölgesine bakıp ne söylemeye çalıştığını düşünür.)
Adam_ (Gölge oyununu kesip vücudunu kadına çevirip gözlerine bakar bir süre. Bakışlarında duyarlı, içli ve çok hafif bir gülümseme vardır.)
Kadın_ (Adamın bakışlarını taklit eder gibi aynı hisle bakmaya çalışır ona bakan gözlere. Ve hala konuşmak için hiç bir çaba yoktur ne adamda ne de kadında.)

Adam _ (Nihayet ilk kelime dökülecektir ağzından.) Sence bunu neden yaptı?
Kadın _ Oktay mı?
Adam _ Evet.
Kadın _ Sırf bize ten karmaşası dedirtebilmek için.
Adam _ Sence bu bize haksızlık değil mi?
Kadın _ Belki de.
Adam _ Bize bir isim vermedi, zamanımızı söylemedi, nerde yaşadığımızı bile bilmiyoruz. Bence onun yaptığı koca bir bencillik.
Kadın _ Haklı olabilirsin. Sırf sevdiğine okutmak için konuştuklarımızı bizi dar bir kalıba sokmaktan hiç çekinmedi.
Adam _ Biliyor musun neden ağladığını bile bilmiyorum. Neye üzüldüğünü? Hatta senin neyim olduğunu bile.
Kadın _ (Gülümser) Biliyor musun, ben de senin neden mum ışığının gölgesiyle duvara o şekilleri yaptığını bilmiyorum. Bizden habersiz kim bilir ne anlamlar yüklemeye çalıştı bize?
Adam _ Sadece istediği şeyleri bize söyletebilmek için bizi kullandı.
Kadın _ Evet. Bunu hiç düşünmemiştim. Neye ağladığımı bile bilmiyorum. Sırf o istedi diye ağladım. İnsanın ne için ağladığını bile bilmemesi ne kötü!
Adam _ Evet! Oktay'ın duygularıyla oynatılan yüreğinden iplerle sarkıtılmış bir kukla gibi hissediyorum kendimi.
Kadın _ Sence yazmaya bir kaç saat ara vermesini fırsat bilip onun yokluğundan yararlanıp böyle onun arkasından konuşmamız doğru mu peki?
Adam _ Bence doğru. Düşünsene o gitmeseydi daha neler olacaktı kim bilir? Bize zorla "ten karmaşasını çarşaftan bir ilişkide yaşamak nasıl bir duygu?” dedirtecekti. Bize yarım bir hayat yükleyip sanki acılı bir aşık konumuna sokacaktı. Sonra birden birimiz : "Biliyor musun ten karmaşası aslında şöyledir böyledir" gibi cümlelerle odadaki cümleleri çoğaltacaktık.Tıpkı düşlediği gibi.
Kadın _ Sanırım evet. Fark ettin mi? Biz o yokken de konuşabiliyoruz. Peki sence o yokken daha mı mutluyuz?
Adam _Bunun için ilk önce kim olduğumuzu bilmemiz gerekir. Gitmeden önce kim olduğumuz hakkında hiç bir şey söylemedi. Kim olduğumuzu bilmeden mutlu olabilir miyiz bilmiyorum.
Kadın _ Haklısın. Peki bir soru daha. Sence gitmeseydi bize bir kimlik verecek miydi? Kim olduğumuzu söyleyecek miydi bize?
Adam _ Bilmiyorum. Dedim ya belki söylerdi ama tam olarak ne o ne de biz bilecektik kim olduğumuzu. Başka bir insan başka insanlara ne kadar yaşam zerk edebilir ki?
Kadın _ Peki ten karmaşası ne demek?
Adam _ Yapmaaa! Onun istediği de bu zaten. Bunu bizim konuşmamız. Onun oyununa gelmeyelim sakın. Geçenlerde sevdiğiyle ten karmaşası hakkında konutlu ya? Aklı sıra şimdi bize de ten karmaşası dedirtip sevdiğine okutacak.
Kadın _ Gelmeyelim de, zaten bir oyuna girdik onun sayesinde.
Adam _ Hı hı… Bak aklıma ne geldi? Kim olduğumuzu biz belirleyelim mi?
Kadın _ Nasıl?
Adam _ Ona fırsat vermeyelim. O gelmeden kim olduğumuzu neden bu oda da olduğumuza karar verelim. Böylece kendi yaşamımızı kendimiz kurmuş oluruz.
Kadın_ Aslında bu cezbedici bir düşünce. Peki bunu nasıl yapacağız?
Adam_ Evet aslında biraz zor. Yani bu ana kadar neler yaşamış olabiliriz ki? Çocukluğumuz, gençliğimiz nasıldı? Nelere kızarız? Nelere hüzünleniriz ve neden buradayız? Biz kimiz? Sence bütün bu sorulara o gelmeden cevap bulabilir miyiz?
Kadın _ Bu gerçekten zor. Bir anda her şeyi belirlemeye çalışmak. Bunu yapmak zorunda mıyız?

Adam _ Bence yapmalıyız. En azından neden bu odada olduğumuzu ve birbirimizin arasında ki yakınlığı bilmeliyiz.
Kadın _ Sence biz dost muyuz sevgili mi?
Adam _ (Gülümser) Bilmem. O gidene kadar ne yaptığımızı hatırlamaya çalışıyorum da. Sanki sevgili izlenimi vermeye çalışmış bize.
Kadın _ O zaman sevgili mi olmamız gerekiyor şimdi?
Adam _ Bilmem. Olmalı mıyız sence?
Kadın_ Bilmiyorum. Daha önce hiç sevgilim olmadı ki. Eğer öyle bir düşüncesi varsa ilk defa şimdi olacaktım. Nasıl bir duygu acaba?
Adam _ Benim de senin durumunda olduğumu unutma. Bence denemekte fayda var.En azından o istediği için değil biz istediğimiz için sevgili olacağız. Sence bu güzel değil mi?
Kadın _ Evet… Peki söyler misin sence ben neden ağladım en başta?
Adam _ Sanırım aramızda bir çıkmaz vardı. Ya da başka bir şeye üzüldün. Belki de seni üzdüm. Bilemiyorum.
Kadın _ Ama ben neden ağladığımı bilmek istiyorum. Sence Oktay biliyor mudur?
Adam _ Tabi ki biliyordur; bizi o yazdı. Onu anlatmaya çalışıyorum. Belki de senin neden ağladığın önemli değildi onun için. Önemli olan bize yazdıracağı cümleleri Sevdiğine okutmasıydı.
Kadın _ Onun bu kadar bencil olabileceğine inanamıyorum.
Adam _ Bir düşünsene hiç gitmediğini? Kim olduğumuzu bile bilmeden yazdıklarına son verecekti belki de.
Kadın _ Peki isimsiz olmak seni rahatsız ediyor mu? Bize salt kadın ve erkek demesi yani?
Adam _ Çok değil. Beni asıl rahatsız eden bizi kullanması.
Kadın _ Peki sence bu oda şu an bizim mi oldu?
Adam _ Tabi ki, artık istediğimiz gibi kullanabiliriz. Özgürüz!
Kadın _ Müzik dinleyelim mi?
Adam _ Olur… Ah çok kötü!... Sadece lal var! Sana demiştim değil mi gerçekten bencil diye. Biliyorum bu onun sen sevdiği bestelerden biri.
Kadın _ Madem sadece o var biz de onu dinleyelim o zaman.
Adam _ Olur.
Kadın _ Biliyor musun şu an içimde tarif edemeyeceğim bir huzur var.
Adam _ Ben de aynı duyguları hissediyorum. Yani senin yanımda olman benim için farklı bir duygu. Nasıl anlatayım…
Kadın _ Sence bu aşk mı?
Adam _ Bilmiyorum. Sanırım gitmeden önce az da olsa birbirimize yakın olduğumuzu hissettiren bazı cümleler yazmıştı. Onun etkilerini yaşıyor olabiliriz.
Kadın _ Bu müzik yürek coşkusu veriyor insana.
Adam _ Evet. Hoş bir esinti gibi odanın içinde dağılıyor sanki.
Kadın _ Bence onu bu kadar suçlamalıyım. Belki de iyi bir insan. Amacı bizi incitmek değildi. Belki de bizim çok mutlu olmamızı istiyordu.
Adam _ Belki de. Evet çok gittim üstüne. Ama yine de kendimiz yön vermeliyiz duygularımıza o bize istediği şeyleri söyletmemeli.
Kadın _ Peki bunu nasıl yapacağız? Ya şimdi gelirse. Tedirgin edici bir durum.
Adam _ Bir yol bulmalıyız.
Kadın _ Evet ama nasıl?
Adam _ Bilmiyorum!
Kadın _ Bak!! Gördün mü??
Adam _ Neyi?
Kadın _ Pencereden biri baktı sanki. Sonra kayboldu.
Adam_ Görebildin mi kim olduğunu?
Kadın _ Hayır!
Adam _ Bu kesinlikle o olmalı!!! Geldi!! Daha çözüm bulamadan geldi.Tekrar kukla olacağız! Belki de bizi ayıracak !!!
Kadın _ Ama bak biz hala konuşabiliyoruz.
Adam _ Biliyorum birazdan gelecek. Ve yine parantez aralarıyla istemediğimiz bir dolu şeyi yaptıracak bize.
Kadın _ Bence gelseydi çoktan gelirdi. Kanımca gelmekten vazgeçti.
Adam _ Nasıl?
Kadın _ Bence geldi ve konuştuklarımızı okudu. Ve bizim için tekrar yazmaktan vazgeçti.
Adam _ Sence bu doğru olabilir mi? Öyle olsa ne güzel olurdu.
Kadın _ Bence o iyi bir insan. Sanırım onu haksız yere yargıladık. Düşünsene hiç başlamasaydı bu yazıya şu an hiç var olamayacaktık. Bırak isimlerimizi, kadın ve erkek bile olamayacaktık.
Adam _ Doğru.
Kadın _ Peki şimdi ne yapacağız? Artık yaşam bizim. Doğrusu biraz korkuyorum.
Adam _ Korkma yanında ben varım.
Kadın _ Sana karşı kendimi çok yakın hissediyorum. Ne garip! İsmini bile bilmiyorum ama çok sıcaksın bana.
Adam _ Ben de seni çok seviyorum.
Kadın _ İyi!
Adam _ (Gülümser) Sanırım ne kadar kendimiz olsak da mutlaka ondan kalan bazı izleri taşıyacağız.
Kadın _ Sence bu kötü mü?
Adam _ Sanırım ilk baştaki gerginliğim yok artık. Yani seninde söylediğin gibi hiç başlamasaydı yazmaya, birbirimizi hiç tanıyamayacaktık. Hem konuştuklarımızı duyup gelmemesi de onun ne kadar hassas olduğunu gösteriyor.
Kadın _ Aaa bak masada neler var. Yazmış olduğu diğer yazılar.
Adam _ Evet. Hımm. " Sinderella'ya tarafsız bir yaklaşım",”Gelincik”,”Sevdalı çiçeğe mektuplar”, "İkili yaşantılar", "Göl vakti" ve şiirler.Sence okumamızı ister miydi tüm bu yazılanları?
Kadın _ Bilmem. Belki de.
Adam _ Hepsini sevdiğine mi yazdı acaba?
Kadın _ Olabilir. Bilmiyorum. Ben sadece bizi biliyordum şu ana dek.
Adam _ Aa bak! Yarım kalan tabloda da adam ve kadın var!
Kadın _ Ne ilginç. Bizim gibi farklı insanlar yani. Biz ilk değilmişiz.
Adam _ Belki son da olmayacağız.
Kadın _ Peki sence ne yapıyorlardır o adam ve kadın?
Adam _ Bunu bilmek güç. Umarım şu an mutlulardır.
Kadın _ Her ne olursa olsun ona çok şey borçluyuz. İçimden ne geldi biliyor musun şu an?
Adam _ Ne?
Kadın _ Aslında bizim için bir fedakarlık yaptı. Bizim ten karmaşası hakkında konuşmamızı istemişti. Onun için başlamıştı yazıya. Bence biz de onun için ten karmaşasından ve ten karmaşasının sevdayla ilintisinden konuşmalıyız. Sevdiği okumalı.
Adam _ Haklısın. Ama ten karmaşası ne demek?
Kadın _ Bilmem. Sadece cinsellikle ilgisi olmasa gerek. Ruh ve şehvetin karışmasıyla ortaya çıkan bir bunalım olabilir belki.
Adam _ Hımm. Sen nereden biliyorsun tüm bunları?
Kadın _ Bilmiyorum. Nasıl bildiğimi, nasıl söylediğimi inan ben de bilmiyorum.
Adam _ Ten karmaşası… Ruh… Şehvet… Birleşiyor. Birleşim anı… Tuhaf… Ayrıntılar… Bütün bu ayrıntıların yükünü şu anda ben de taşıyorum sanki içimde. Oysa kendimi tanıyalı yarım saat bile olmadı.
Kadın _ Acaba ikisinin yaşadığı bir buhran mıydı? Belki de bizi yaratmaktaki amacı bu ten karmaşasına bir çözüm bulabilmekti. Bu karmaşaya son verip karmaşadan uzaklaşmak!
Adam _ Karmaşıklık mı istememiş yani? Karmaşıklık kötü bir şey mi?
Kadın _ Kötü değildir belki ama düşünsene o gittikten sonraki halimizi? Nasıl karmaşaya düşüp paniğe kapıldığımızı. Kimiz, neyiz, neden seviyoruz, neden ağlıyoruz, neden gölgeler yaptık? Bir sürü nedenlerin arasında boğuluverdik bir anda.
Adam _ Evet. Eğer nedenlere girseydik sebepsizce belki de şu an duyduğumuz huzuru duyamayacaktık.
Kadın _ Karışık bir konu bence bu. Belki de derin yerlerde boğulmaktan ürküyordur?
Adam _ Belki de ürkmekten çok, içinde huzurla barınabileceği bir ruha ait ten arıyordur. Güvenebileceği bir ruh ve güvenebileceği bir ten…
Kadın _ Peki sence daha önce yaşadıklarından dolayı mı böyle düşünüyordur?
Adam _ Bilmiyorum. Bizimkiler sadece varsayım.
Kadın _ (Gülümser.) Evet. Hiç yoktan iyidir varsayım yapmak.
Adam _ (Gülümser.) Haklısın.
Kadın _ Aaaa!! Bak bir de şiir yazmış ten karmaşası hakkında.
Dam _ Okusana merak ettim.
Kadın _ Olur. Müziğin sesini açar mısın biraz?
Adam _ Tamam .
Kadın _

Narin ve işlemeli bir buluttan örülmüş teninle
Denizin üstünde uyuyabilirim bu gece
Tenin büyülü bir düş kozasıyla örülmüş ,
Kokusu kalbime bulanmış,
Tenin bir sır olmuş tenimde,
Tenin sevda olmuş bedenimde,
Tenin çoğalıyor bende,
Tenin susuyor sancıyla yazgımda,
Tenin bir güzel arzu bende… Adam _ İlginç!
Kadın _ Şey… Şunu hissediyorum şimdi… Benim için taze ve sonsuz bir sevgilisin şu an.
Adam_ Sen de benim için öylesin.
Kadın _ Ama bir tedirginlik var içimde.
Adam_ Nedir?
Kadın _ Cümleler bitince ne olacak. Biz de mi biteceğiz?
Adam _ Hayır. Bitmeyeceğiz. O da bitmemizi istemezdi zaten. Daha önce yazılanlar bitti mi? Leyla, Mecnun? Aslı, Kerem? Binlerce yazılan isimli veya isimsiz yaşantılar?
Kadın _ Haklısın. Bitmedi…
Adam_ Biz de bitmeyeceğiz.Yaşamın bir kıyısında sadece sen ve ben yaşamaya devam edeceğiz.
Kadın _ Bu harika bir duygu.
Adam _ Bence de.
Kadın _ Müzik...Sanki bir aşk masalından kopmuş da bize armağan edilmiş gibi.
Adam _ Seni çok seviyorum.
Kadın _ Ben de. Ben de…
Adam_ Umarım onlar da bizim gibi nihayetsiz mutluluğu yaşarlar.
Kadın _ Umarım…

Ak Sakallı Dede

Benim aksakallı bir dedem vardır. Yani rüyamda. Hani şu rüyalarda bilgece nasihat veren doğru yolu gösteren teselli eden ak sakallı dedeler vardır ya? Ne mutlu bana ki benim de beni seven, koruyan bir ak sakallı dedem var. İşte dün yine rüyamda o ak sakallı dedemi gördüm…

Rüyamda ak sakallı dedem beliriverdi birden . Nasıl sevindim görünce anlatamam. “İşte yine bir şeyler diyecek alim dedem,“ dedim kendi kendime sevinçle! Evvela halimi hatırımı sordu. “İyiyim siz nasılsınız?” dedim. Kusura bakma uzun zamandır görünmüyordum rüyanda bu aralar çok koşturuyorum.” dedi. “Sağlık olsun, geldiniz o yeter bana” dedim.

“Bu aralar aşkı bulamamaktan şikayetçiymişsin öyle mi?” dedi .

“Evet bir türlü mutlu ilişkilerin rengini tutturamadım” dedim.

Gülümsedi ve devam etti :“ Nereden buluyorsun böyle lafları Allah aşkına?” dedi.


Gülümsedim bende aksakallı dedemin çağıltılı gözlerine bakarak.


Sonra yine lafı aldı yine : “ Ben bir çok ırmaklarda yıkandım, bir çok aşklar tanıdım tecrübelerimle sana yardım edeceğim yarın uyandığında çok daha mutlu olacaksın, eee aksakallı dede kara gün dostudur ” dedi…

“Sizi dinliyorum biricik dedem” dedim.

“Evlat, bilirim ki senin kalbin paktır” dedi. “Bilirim ki kalbinle sıkı bir dostluğun var.” dedi. “Kalbiyle dost olanlar elbet bir gün diğer bir kalp dostuyla gönül bağı kurar” dedi.


“Ama yaz belirdi, çiçekler boy boy boyladı, tabiat tebessümle parlıyor yeryüzünde ve ben bir aşk istiyorum takatim kalmadı” dedim.

Dememle birlikte kaşlarını çattı, bilge tavrı keskinleşti ve “ yüreğini aklına devşir; aşk, sabrım kalmadı hadi çık karşıma demekle çıkmaz “ dedi…

“Haklısın biricik dedem ama nedir bu işin dermanı, imreniyorum etrafımda ilişkilerinden mutluluk savrulan aşıkları gördükçe ,ben de artık aşk ikizime kavuşmak istiyorum” dedim.

Anlıyorum böyle halvet bir yaşam buhranların habercisidir ve buhranlara ancak yaşam coşkusunu özümseyerek mani olabilirsin” dedi.


Ama ya gönül eşimi nasıl bul..” demeden sözü aldı yine:

” Bir sabret ve sözümü dinle! Şu ak sakalıma hürmet söyleyeceklerimi dinle!” dedi . Belli ki zamana ve sabırsızlığa sebat etmeyişim sinirlendirmişti alim dedemi. Dinliyorum dedim .

“Eğer yürek içtenliğiyle istiyorsan aşkı yazgın yaşamına armağan edecektir elbet! Sen yürüdüğün,gördüğün,gülümsediğin anların değerini bil yeter ki, gerisi gelecektir elbet. Ben ki bir çok ırmakta yıkandım bana inan ve güven!” dedi.

“Anlıyorum nur yüzlü nur bakışlı benim yegane aksakallı dedem” dedim.

"Şimdi gitmem lazım daha gidecek rüyalarım var yine uğrarım kaygılanma” dedi


"Rüyalarım size ardına kadar açık sizi özleyeceğim” dedim. Ve rüyamın içinde uçar gibi kayboldu..

Çalar saatimin zil sesiyle uyandım. Yüzümde engin bir gülümseme. İki elimi kafamın arkasına kavuşturdum. Bir süre tam karşımda ki duvarda asılı duran çocukluk resmime baktım. Bana doğru gülümsüyordu. Ben de ona gülümsüyordum. Kısa bir süre ben ve çocukluğum gülüştük…

Sonra yatağımdan kalktım. Hemen yazı masama oturdum ve yazmaya başladım…

Benim aksakallı bir dedem vardır. Yani rüyamda. Hani şu rüyalarda bilgece nasihat veren, doğru yolu gösteren…

İki İnatçı Keçi

İşte bu harika! İyi ki karşılaşmış o meşhur “bir köprüde” iki keçi. İyi ki de inatlaşmışlar gibi gösterilmişler. İyi ki de “ben geçeceğim!”, “hayır ben geçeceğim!” kavgasına tutuşmuşlar. Yoksa nasıl feyz alabilirdik bu masalın ince ince temalarından? Olayı enine ve boyuna irdelememizde yarar görüyorum. Hazır eni boyu demişken, ilk önce şu “bir köprünün” en ve boy meselesini konuşalım önce. Ama ilk önce masalı biraz geri saralım ve görelim; aslında neydi bizim bu keçilere inatçı yaftası vurmamıza sebep olan asıl gerçekler? Bu günahsız keçiler, biri nehrin bir tarafında diğeri nehrin diğer tarafında, endişeli, ürkek, kaybolmuş olmanın verdiği endişeyle dolaşırlarken adlarının yüzyıllar boyu inatçı olarak kalacaklarından haberleri bile yoktu gariplerin. Tesadüf bu ya, o Temmuz sabahında ikisi de aynı anda kaybolmuşlardı. Yönlerini de umutlarını da kaybettiler en sonunda. Ama yine de çaresizce ve hatta (beni mazur görsünler), aval aval dolaşmaya devam ettiler. Ve dolaşırken dolaşırken bir nehir kenarına geldiler, ve belki de ait oldukları sürünün nehrin diğer ucunda olasılığını düşünerek karşıya geçmek istediler. (Ki ben keçi olsaydım sürümün nehrin diğer ucunda olma olasılığının asla mümkün olmadığını bilirdim.) Ve ondan nehrin iki yakasını birbirine bağlayan, köprü vazifesi gören tomruğu fark etti ikisi de aynı anda. Tomruktan geçerek nehrin diğer ucuna varabileceklerini bildiklerinden dolayı (ki bunu her keçi bilir) böyle bir keçisel dürtüyle ağır ağır yürüdüler tomruğun üstünde. Ve birden tomruğun tam orta yerinde ikisi de kala kaldılar, geçememenin verdiği şaşkınlıkla… Şaşkınlık diyorum, çünkü keçiler kafa kafaya verene kadar tahmin edememişlerdi geçemeyeceklerini. Ama burada, tam keçilerin durduğu yerde biz de duralım lütfen. Duralım ve onları inatçı yapan en büyük unsurun aslında tomruğun yapısı olduğunu düşünelim…

Her kim koyduysa o tomruğu oraya, belli ki iki keçinin de rahatça, hatta bir birlerine geçerken selam verebilecekleri şekilde bir amaca yönelik koymadığı aşikar. Eğer daha geniş, iki şeritli bir tomruk hatta amatör çapta bir asma köprü yapılmış olsa idi, keçiler geçerken asla sorun yaşamayacaktı. Lakin hal böyle olunca, keçiler ister istemez, tomruğun ya da şarkıda geçtiği gibi “bir köprü”nün ortasında boynuz teması yaşamış bulundular. E zaten şaşkın ve bitkinler kaybolmuş olmanın verdiği ruh haliyle, ne yapacaklarını bilemeyip bocaladılar o an. İçine düştükleri durum gerçekten beterdi. (Ki Allah hiçbir keçiye daha beterini vermesin.) Şimdi burun buruna gelmişler; tomruk yağmurun etkisiyle iyice kayganlaşmış; biri hadi ben kibarlık yapayım dese, arkasını dönmek zorunda kalacak; (keçilerin geri geri yürüyemediğini bir yerde okumuştum) tam dönerken Allah muhafaza ayağı kaysa, nehre düşse, nehirin de o gün iyice azgın olacağı tutsa, keçi kurtulamayıp boğulsa daha mı iyi olacaktı?

Haliyle ikisi de orada donakaldılar, yaşam mücadelesi verdiklerinin farkında olarak. Neyse ki tam o anda oradan geçen bir çiftçi keçilerin içler acısı durumunu gördü de kurtardı. Sonra kasabaya indiğinde anlattı durumu ahaliye:
“İki keçi boynuz boynuza kalmışlardı, tomruktan geçemiyorlardı, ben de kurtardım…”

Ama o ahali yok mu o ahali…. Keçilerin masum hikayesini bilmeden, sırf hadi şu hayvanların lakabını “inatçı” koyalım egosuna, acımasızca yargısız infazda bulundular :
“Bir köprüde karşılaşmış iki inatçı keçi,
hah hah hah… hah hah hah… hah hah hah hah…”

Ve bugüne kadar benden başka da kimse çıkmadı, keçilerin itibarını geri kazandırabilecek savaşı verebilecek. Bu savaşımı verme sürecimde asla hiç pişman olmadım. Asıl inatçı keçiler değil bizleriz. Ve ne yazık ki, bizlerin inatçı olduğu gerçeğini ört bas edebilmek için bu sıfatı pervasızca keçilere koymakta hiçbir sakınca görmedik. Ama sevilmediğimizi bildiğimiz halde “neden sevilmiyoruz?” diye inat edip, sık boğaz ettik sevdiklerimizi inatla; başarılı olmadığımız halde, “neden başarılı değilim?” diye didiştik inatla muhataplarımızla; öpülmek istemediğimiz halde “neden beni öpmüyorsun?” diye inatla saç baş yoldurduk… İnatla, bencillikle bulutun yerine yıldızı, güneşin yerine ayı koymaya çalıştık… İnatla haksız olduğumuzu bildiğimiz halde haklıymış gibi göstermeye çalıştık kendimizi… Kısaca birilerinin keçilerini kaçırdık inatla… Oysa tüm bu inatlaşmalarımızda o kaygan tomruğun üstünde, öyle zor bir anda bile değildik… Ama yine de inatlaştık, bir dostu, bir sevgiliyi, kişiliğimizden bir parçayı kaybetmek uğruna…

Hayır hayır, bakın tekrar ediyorum, o masum keçilerin aslında hiçbir günahı yoktu inanın. Eşeği enayi , öküzü bön , ineği alık , kuşu kıt akıllı yerine koyarken aslında hep bir yerlerimizi yamamaya çalıştık. Sandık ki ancak böyle dikkatleri üstümüzden çekebiliriz… Ama yine de tarihte bir inat uğruna binlerce insanın ölmesine, tarihin lekelenmesine engel olamadık… Peki ne oldu neticede? Kaçan hep keçiler oldu sadece...

Kımıldamayın Çekiyorum! Klik!

Geçmişimizin ne kadarı, kaçta kaçı hatırlamak istemediklerimizle dolu? Ya da hatırlamaktan kaçtıklarımız, uzaklaşmak istediklerimizle?

Üzüntülerimizi unutmaya çalışıp mutluluklarımızın gölgelenmemesini isteriz. Kabul, bir miktar bencilce ama huyumuz kurusun!.. Eğer bizi derinlerden sarsan, duygularımızı çatlatan, kırılmasına sebep olan anılarımızı hatırlayacak olursak da vücut ısımız bir anda değişir, kalp sızıyla çarpar.. .

Salt insanoğluna mahsus müthiş bir ikilemle yaşıyoruz belki de. Mutluyken her şeyi hatırlamak istemek mutsuzken de istememek! Yani istemek ya da istememek işte bütün mesele bu!...

Bazen klonlanmış ilişkiler yaşadığımızı düşünüyorum.Sanki hepimizin yaşadıkları benzermiş gibi. Ben bir gün sevgilimle parktayken o anı bir fotoğraf karesiyle hapsedip bak ne kadar mutluyuz dediğimde sanki bir sonraki gün aynı parkta bir başka çift, aynı şeyleri gerçekleştirip bak ne kadar mutluyuz diyecekmiş gibi geliyor bana...

Yüzümüzdeki ifadeler,geçmişin ve geleceğin kuşkusu ve tüm bunları süzgeçten geçirilmiş ince bir tülle örtme isteği.. İnce tül korkudur..İnce tül mutlulukların zerrelere dağılma olasılığının endişesidir. İnce tül kimin ne istediğinin aslında hep saklı oluşudur...

Hepimizin değişik renklerde hayalleri olduğunu kestirebiliyorum. Bu renklerin açık,parlak ve (u)mutlu renklerde olduğunu tahmin edebiliyorum...

Sanırım nedeni de açık parlak ve (u)mutlu yaşamlar istediğimiz. Anahtar duygulardan birinin "güven" olduğunu kestirmek güç değil.. Güvenmek istemek, güvenebilmek, güvendiğine inanmak.

Tüm bu arzuların kesiştiği anların birinde belki de yaşlı bir adama uzatılır fotoğraf makinesi. Arka planda mümkünse deniz, gölet çiçekler gibi kalbe hoş görünen görsellikler olması tercih sebebidir. Sonra yaşlı
adamın buruşuk eli deklanşöre basmadan önce bir
sevgili duruşu belirlenir.. .

Yüzlerde ise çok ama çok sonra çözülebilecek görünmez endişe çizgileri saklıdır...

Eğer güzel bir yaz günüyse dondurmalar alınır. Eriyen kısmı birilerinin üzerlerine damlar. Ama bu olay kahkahaların yayılmasına neden olur.

Çünkü mutluluk anları bir dondurma lekesinden daha değerlidir. Önemli olan mutluğun lekelenmemesidir.

İlişkiler konusunda böyle olur olmaz ahkamlar kesmeyi sevmem aslında... Kusuruma bakmayın... Ve yaşadıklarımdan aldığım cüretle Genel kişiler zamanı türevli cümlelerle düşüncelerimi çoğaltmışsam da kusuruma bakmayın...

Lafı gevelemeyeyim. Söylemek istediğim şu. Bir arkadaşımın aşktan korkmuyorum dediği gibi ben de beni bekleyen, yolumun önündeki taşların arasına sıkışmış acılara rağmen " Kımıldamayın çekiyorum! Klik"lerden korkmuyorum!..

Şimdi hep beraber toplanın! Evet çok güzel! "Peynir" deyin! Harika!..

Kımıldamayın çekiyorum! Klik!...

Asıl İşim Yaşamak

Yaşamımın en ilginç ve en tuhaf gününü, ağaçların yeni çiçek açtığı, güneşin yapmacıksız bir şekilde doğaya gülümsediği bir bahar mevsiminin başlangıcında yaşadığımı söyleyebilirim. Uzun zamandır, hatta yüzyıllardır sabırsızlıkla anlatmayı ve yazmayı beklediğim bu yazımı şimdi kaleme almak varmış yazgımda.

O tuhaf ve inanılmaz günü en baştan anlatmam sanırım en doğrusu olacak. Hani gün içinde olacakları, yaşanacakları bilmeden, mistik ve huzurlu bir duyguyla uyanırsınız ya; ben de öyle gözlerimi açtım o sabah yatağımda. Yatağımdan kalkar kalkmaz , oturduğum binanın bir sokak altındaki gazete bayiine gidip gazetelerimi aldım. Çayın altını yaktım, demlenene kadar traş oldum ve dişlerimi fırçaladım. Aslında bütün bunları zaten her sabah sırasıyla yaparım.

Söylemeyi unuttum ben bir yazarım... Şey... Aslında tam bir yazar da sayılmam. Şu anda yeni çıkan bir dergiye yazıyorum. Orada bir köşem bile var; işe başlayalı daha altı ay oldu... Yani uzun zamandır yazmama rağmen bu işten para kazanmaya başlayalı tam altı ay oldu...

Neyse... Ben o günü anlatmaya devam edeyim... Dergiye gidiş saatim belli olmuyor; biraz bana da bağlı aslında. Genelde öğleden sonraları gidiyorum; o nedenle genellikle dergiye gitmeden önce, dergi binasına yakın bir kafede çay içer ve kitap okurum. Tıpkı o tuhaf günün sabahında, kahvaltıdan sonra yaptığım gibi...

Kafedeyim, muazzam bir Paris sabahını yaşıyorum. Kafenin bahçesinde oturuyorum ve güneş gözümü kamaştırıyor. Tarihse 1572 Mayıs başlangıcı...

Çayım geldi. Çantamdan yarısında kaldığım kitabımı çıkarttım. Kitabın adı : Bahçemdeki Umutlarım. Bir sigara yaktım, ve kitabı okumaya daldım. Bu esnada derinden ağır bir pipo kokusu geldi burnuma. Çikolatalı tütün kokusu. Hatta yüzyıllar sonra bile ne zaman o anı hatırlasam çikolatalı tütün kokusunu aynı diriliğiyle burnumda hissederim. Eminim siz de hissediyor olmalısınız şu an... Kokuyu alır almaz yavaşça kokunun geldiği yöne çevirdim başımı. Simsiyah ve gür sakalları olan, kahverengi renginde eskimiş bir fötr şapka giyen ve çözemediğim bakışlarla beni süzen bir adam gördüm hemen yanı başımdaki masada. Adamın gözlerinin içine bir süre bakmama rağmen istifini bozmadan bana garip garip bakmaya devam etti. Bakışlarımı kaçırdım ve tekrar kitabımı okumaya devam ettim. Sonra birden şöyle bir ses duydum:

'Saçma, çok saçma!'

Hemen adama baktım, bana mı söyledi bu cümleyi diye. Tam o anda gözlerimin içine bakarak aynı cümleyi tekrarladı :

-'Saçma, gerçekten çok saçma'
-'Saçma olan nedir bayım?'
-'Bahçe ve umutlar tabii ki. Okuduğunuz kitabın uyduruk ismi! Boyalı bir cümle bu! Ağır makyajlı ve boyalı! Yaşamın sahici atan nabzından uzak, yerde duran ama sanki uçabilen bir kuş taklidi yapan bir cümle. Eminim okuduğunuz o kitabın içi de bomboş ve aldatıcıdır''

Şaşkındım. Aklıma gelen ilk cümleyi söyledim hemen :

- 'Okumadan nasıl böyle ağır bir eleştiri getirebiliyorsunuz?'
- 'Çünkü bir kitabın ismi, o kitabın cümlelerine giden damarın başlangıcıdır delikanlı. Bu sinsice koyulmuş bir isim. Sinsice süslenmiş bir cümle... Öyle gereksiz ki bahçe kelimesi o cümlenin içinde. Tıpkı ayağımdaki nasır gibi sırıtıyor. Bir kandırmaca. Bahçe kelimesinin insan ruhunda yarattığı güzelliğin kullanılmasından başka bir şey değil. Sadece umutlarım deme cesaretine sahip olsaydı, işte o zaman bir bulut gibi doğal olurdu her şey...'

Gün içinde hiç beklemediğim ve beni gerçekten de bir hayli şaşırtan bu diyaloglar sonrasında şöyle dedim adama:

- 'Şey... Kafam karıştı. Masanıza oturabilir miyim?'
- ' Gel delikanlı' dedi ve piposundan derin bir nefes daha çekti.
- 'Şaşırmayın delikanlı. Ömrünü boyunca şaşıracağız daha onca ana tanık olacaksınız. Öyle ki bugün ki şaşkınlığınız yuvasına yiyecek götüren binlerce karıncadan sadece biri kadar ufak kalacak. '
- 'Siz de yazıyor musunuz?'
- 'Ben yaşıyorum sadece. Asıl işim yaşamak. Her yerde, her acı ve her komedinin ta göbeğinde yaşamak asıl mesleğim. Yaşadıklarımı kaleme almak, yaşamanın yanında çok küçük kalır'
- 'İsminizi bağışlar mısınız?'
- 'Montaigne... Michel de Montaigne...'

- 'Gerçekten memnun oldum; tuhaf biri olduğunuzu itiraf etmeliyim'

- 'Demek ki biraz önce söylediklerimden hiçbir şey anlamamışsın delikanlı, tuhaf olan ben değil yaşam'

- 'Evet, evet belki de öyledir'

- 'Yaşamı karmaşanın içinden sıyırıp, delilere teslim etmeyi hiç düşündün mü evlat?'

- 'Anlamadım?'

- 'Anlaşılmayacak bir şey yok evlat. Bildiğin, öğrendiğin her sözcüğün tadını çıkar. Onlarla oyna, sarmaş dolaş ol. Her zaman da iyi davranma; bazen de onlalar kız, öfkelen. Sonra o kelimelerle bir yaşam yap, karmaşanın içinden sıyır o yaşamı ve delilere teslim et. Yarattığın yaşama en masum olan o delilerdir en iyi sahip çıkacak olan...'
'Anladım galiba' dedim ve dergiye gitme vaktimin geldiğini fark ettim.

'Şey... Şimdi gitmem gerek, kusuruma bakmayın, umarım yine sohbet etme imkanı buluruz, gerçekten yaşadığımız andan çok etkilendim'

Gülümsedi : ' Hoşça kal delikanlı...'
Kalktım ve dergiye gittim. O gece boyunca hep o adamı ve konuştuklarını düşündüm. Sonra... Sonra aradan 432 yıl geçti. Kitapevinde kitaplara göz atarken gördüğüm bir kitap beni gülümsetti :

'Montaigne- Denemeler'

1572 yılında başlamış yazmaya. Bitmesi ise yirmi yıl sürmüş. Belki de karşılaştığımız sıralarda yazmaya başlamıştı. O an kitapevinin ortasında ben bu adamı tanıyorum diye haykırmak geldi içimden. Ama hayırsam da kimse inanmayacaktı ki.

O gece kitabı baştan aşağı tam 3 kez okudum. Kitabın başlangıcında Montaigne için söylenenler vardı :
'Montaine'in düşünceleri yanlış, ama güzel. (Malebranche)'

' Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de
ise düşünen adamı. (Montesquku'
'Montaigne'i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih
etmektir. Montaigne'i sevmek yalnız gerçeği değil, doğruluğu ve ödev
duygusunu da yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne'i sevmek,
hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın kaldıramayacağı kadar yer
vermektir... (Brunetiere'
'
'Yani Montaigne gerçek olarak sahiden tanıyabileceği tek şeyin
kendisi olduğuna inanıyor. Onu kendinden söz etmeye götüren budur
çünkü kendini bilmeyi ayrıca her şeyden daha önemli sayıyor.
İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalı, diyor.
Maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske insanın kendinden çok
ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden
birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda
hemen kendi benzerimizi buluyoruz. (Andre Gide)'
Sevgili Montaign'le 432 yıl önce yaşadığım o unutulmaz andan sonra şu gerçeği iyice anlamıştım artık :

'Benim asıl işim yaşamak. Doğa, sözcükler ve duygular benim. Sokakta rastladığım bir ağaçla konuşurken biri bana deli derse, biliyorum ki ben o birinden daha masumum aslında...'

Odadaki Yalnızlık

Bugün yalnızım... Aslında çoğu zaman yalnızımdır, eski günlerdeki gibi muhabbet edenim pek yok.. Önceleri çok üzülüyordum, hatta ağlıyordum bir başıma... Ama alıştım artık bu duruma... Yine de çok neşeli olduğum söylenemez. Yazgı deyip geçiyorum. Çoğumuz öyle yapmıyor muyuz? İşte ben de öyle avutuyorum kendimi :' Aman canım senin yazgın da böyleymiş işte...'

Anlayacağınız bu odada tek başınayım uzunca bir süredir. Ne yalan söyleyeyim alıştım da bu odaya. Renginin mavi olmasından mı nedir, odanın huzuru örtüyor yalnızlığımı çoğu zaman... Ha bir de pencereden süzülen sabah güneşinin ışığının yansıması dolmuyor mu odaya, pek mutlu oluyorum.

Onun dışında ufak tefek rahatsızlıklarım da yok değil. Sağ ayağım hafif aksıyor. Hey gidi eski ben... Dimdik dururdum ayakta tüm heybetimle. Belki üç koca insanı taşırdım sırtımda. Ama gençlik zamanlarımda tabi. Şimdi öyle yalnızım ki kimse ilgilenmiyor benimle. Biri çıkıp da 'nesi var bunun?' demiyor. Dedim ya alıştım artık; kanıksadım bu yaşamı. Şimdilerde ha bire geçmişi, o kalabalık zamanlarımı, bu odada kim bilir kaç insanla dertleştiğimi, kaç hüznün manzarasını seyrettiğimi, kaç kez gülüşmelere tanık olduğumu düşünüp düşünüp oyalanıyorum...

Başka da ne yapabilirim ki, geçmişi anıp, mevsimleri saymaktan başka? Bana değer verenler, benimle ilgilenenler bir bir yittiler ölümlü dünyadan. Şimdiler umursamaz oldular iyice beni. Bakın şu fotoğrafı görüyor musunuz? Şu ak saçlı, koca burunlu, geniş çeneli olanı! İşte o Celal Bey... Bu eve ilk o getirdi beni. Nasıl da heyecanlanmıştım, çarpıyordu kalbim hızla... Şanslıydım ki evin en güzel odasına, yani bu odaya koydular beni. Çünkü güneş ilk bu odaya doğuyor. Size bir sır vereyim mi? Güneşin doğduğunu ilk bu odada gördüm ben... Öyle şaşırmıştım ki... Hele de her yerimin parıldadığını gördüğüm andaki şaşkınlığımı seyretmeliydiniz. Aslında, diyebilirim ki yaşamı bu odada tanıdım ben. İlk karı, sonbaharda sararmış yaprakların nasıl da döküldüğünü, ilk baharda ağaçların nasıl çiçeklendiğine hep bu odada şahit oldum.

Evvel zamanlar geceleri ürkerdim. Karanlığa alışkın olmadığımdan olsa gerek. Ama sonraları geceyle de dost oldum. Celal bey bu odayı pek severdi. Gecenin bir yarısı kapı hafifçe aralandı mı bilin ki gelen Celal Bey'dir. Sigarasını yakar, ya bir kitap okur, ya yazısını yazar, bir süre sonra da çıkardı... Eğer sıkıntılıysa pencereyi açar, uzun uzun yıldızları seyreder, arada kendi kendine mırıldanırdı... Çok severdim, pek azdır onun gibi tertemiz bir kalbe sahip olan...

Bir kızı , bir de oğlu vardı. Şimdi evlenip yurt dışına çıktılar ikisi de. Onlarla da çok anılarım olmuştur. Özellikle kızı, bu odadaki çalışma masasına oturur, saatlerce şiirler yazardı hiç kımıldamadan. Yazdığı şiirlerin bazılarını sesli okur, ben de böylece dinlemiş olurdum... Bir keresinde kendisine gelen bir mektubu yanımda okumuş uzunca ağlamıştı; öyle üzülmüştüm ki onun o haline... Epeydir kendisinden haber alamıyorum, belki ünlü bir şairdir şu an, kim bilir?...

Hey gidi geçmiş... İlk doğduğum anı anımsıyorum da... Yerin iki kat altında, daracık bir marangozhanede açtım gözlerimi. Nasıl da uğraşıyordu beni tamamlayabilmek için marangoz. Öyle dikkatli, özene bezene şekil veriyordu ki bana. Ayaklarımı yerleştirene kadar ne olduğumu anlamamıştım. Sırtımdaki işlemeler çok hoşuma gitmişti ama. Sonra ayaklarımı da yerleştirdi usta. Yalnız benzerlerimden biraz farklıydı ayaklarım, diğerleri gibi dik değil, yayvandı ve dört değil çiftti; sürekli sallanıyordum. Bir güzel boyadı, vernikledi tüm vücudumu. Lakin hala ne olduğumu çözemiyordum. Tam o anda kapıdan Celal Bey girdi : ' Sipariş ettiğim sandalye hazır oldu mu usta?' dedi. Marangoz bana bakarak : 'Evet oldu, hazır.' dedi. İşte o an anladım aslında bir sandalye, hatta sallanan sandalye olduğumu...

Ve sonra o evde başlayan uzun ama çok uzun bir serüven. Herkes çok severdi beni. Üstümde usulca sallanıp, benim şimdilerde hep yaptığım gibi geçmişe yolculuk ederlerdi sürekli... Adeta beni de alırlardı yanlarına, geçmişe yaptığı yolculuklarda. Çok, ama çok güzel günlerdi... Şimdiyse bir plak bile çalan kimse kalmadı artık bu ıssız odada...

En çok da üstüme örttükleri o beyaz çarşaftan nefret ediyorum. Ölü müyüm ben Allah aşkına? Neymiş tozlanmayayım diyeymiş. Kimse bilmiyor ki nefes bile alamıyorum o bez parçası üstümdeyken. Neyse ki eve On Beş günde bir gelen temizlikçi kadın derdimi anlamış olacak ki kaldırdı üstümden o bez parçasını; örtmüyor artık üzerime. Bundan sonra ise yazgım ne olur bilemiyorum. Tek bildiğim bu evin satıldığı ve benim bu odada böylece kala kaldığım. Ama yine de umudumu yitirmiyorum. Belli mi olur, belki de kalabalık bir aile taşınır da, yine eski, cıvıl cıvıl günlerime dönerim tekrar.

Ama başta da söyledim ya alıştım artık... Kendi kendime sallanıyorum artık bu yaşam salıncağında... Ya bir de; geçmiş, güneşin ışığı, mevsimler gibi sadık dostlarım da olmasa ne yapardım ben düşünebiliyor musunuz? Neyse ki size hikayemi biraz olsun anlatabildim de ferahladı içim. Bu keyifle, uzunca bir süre, daha coşkulu sallanırım artık. Ama sizden ricam, eğer akrabalarımdan sizde de varsa ne olur onlara iyi bakın, yalnız bırakmayın onları... Bakın, benim yalnızlıktan çatladı bile bir çok yerim. Tek endişem, bir gün hiç sallanamayacak duruma gelmem. O yüzden sevdiklerinizi yalnız bırakmayın hiçbir zaman. Neyse.. Çok konuştum farkındayım... Dinlediğiniz için size minnettarım inanın... Ha bu arada... Odanın kapısını örtmeden, pikaba şu eski plaklardan birini koyarsanız sevinirim...

İlgili Birime Yönlendiriliyorsunuz

Her şey... Şey... Pazartesi mi? Şey... Tam anımsamıyorum aslında. Pazartesi, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi ya da Pazar günüydü galiba. İhtiyacım olan diz üstü bilgisayarını nihayet satın alabilmiştim. Ta ki o bedbaht zamanın bana ettiği o kötü oyunla karşı karşıya gelene dek. Yine bir şeyler için kurcalıyordum bilgisayarı. Ancak birden beklenmedik; yani beklemediğim bir durum meydana geldi. Dizlerimin üstünde duran diz üstü bilgisayar, dizlerimden aşağı karda kayar gibi birden kaydı; zamanın binde biri kadar anda daha ilk taksidini yeni ödediğim aklıma geldi ve bir panterin yavrusunu yemek üzere olan domuzu öldürmek için üzerine atladığı gibi ben de kurtarmak için atladım. Lakin çok geçti. Nefessiz ve görüntüsüz kollarımda öylece yatıyordu göz ağrım.

O talihsiz an bir kez daha, sızılı bir şekilde gözlerimin önünden geçerken aklıma düşen şeyin bir diz üstü bilgisayar olduğu geldi. Diz üstü... Diz üstü mü? Evet evet diz üstü. Dizin üstü. Neredeydi o an? Dizimin üstünde.

Evet evet. Üretici firmanın ciddi bir hatası ya da kastı vardı burada. Bir diz üstü bilgisayarının, dizlerin üzerinde durabilecek şekilde tasarlanması gerekiyordu. Oysa aksine altı kaygandı. Sanki tasarımcı mühendisler özellikle kaydırmamızı istemişlerdi. Ne bileyim; mesela bilgisayarın altına dizlerden kaymasını önleyici bir tabaka yerleştirebilirlerdi. Evet evet. Kusur tamamen üretimdeydi...

Bunun üzerine ben de hemen üretici firmanın müşteri destek hattını aradım. Ve ne yalan söyleyeyim film de o andan itibaren kopmaya başladı. Nasıl mı?

00:00

İyi bestelenmiş bir müzik eşliğinde bekletiliyorum. Ruhu yumuşatan bir müzik dinletiyorlar. Sanırım bunun sebebi beklerken gerilmemizi önlemek.

04:30

Beklettikleri için ses kaydı özür diliyor...

06:45

Hiçbir şey beni derdimi anlatmaktan alı koyamaz.

08:00

İkna olmadığımı düşünmüş olacak ki bir kez daha özür diliyor.

10:00

Çok şükür :

'İyi günler. Nasıl yardımcı olabilirim?'

'İyi günler, diz üstü bilgisayarım birden...'

'Kimin üstüne kayıtlı?'

'Benim'

'Oğlum senin adın yok mu?'

'?'

'Oğlum ben ben...'

'?'

'Annen ben, annen!'

'Anne?'

'Nihayet!'

'Anne sen ne yapıyorsun orada'

'Boş ver ne yaptığımı, ne söylüyorsan söyle acelem var'

'Anneciğim hani ben diz üstü bilgisayar almıştım ya o birden...'

'Düşürdün mü sakar oğlum!'

'Anne bak...'

'Dur oğlum ben seni ilgili birime yönlendireyim..'

'Anne! Anne!'

13:40

Özür diliyor...

15:25

Özür diliyor...

17:00

Bir kez daha çok şükür.

'İyi günler nasıl yardımcı olabilirim?'

'İyi günler. Görüşmemiz kayıt altında mı?'

'Profesyonel olarak değil ama evet.'

'İyi. Ben bir diz üstü bilgisayarı aldım. Bugün bir şeyler kurcalarken birden dizlerimin...'

'Ne kurcalıyordun?'

'?'

'Sana ne kurcalıyordun dedim!'

'Neden ki?'

'Yine o bilmem ne sitelerindeki arkadaşlarının resimlerine bakıyordun değil mi?'

'?'

'Sevgilin ben sevgilin!'

'Sevgilim! Sen ne yapıyorsun burada, yani orada?'

'Bırak şimdi ne yaptığımı; zeytin yağı gibi üste cıkacağına.'

'Aşkım bak, bildiğin gibi değil. Bilgisayarım bozuldu ve ben...'

'Oh olmuş! Ne kadar kırıldım sana anlatamam. Bir de benim için aşırı kıskanç ve kuruntulu derlerdi. Ama şimdi ne kadar haklı olduğum ortaya çıktı. Kurcalıyormuş. Bir daha da beni arama! Şimdi seni ilgili birime bağlayacağım hem de öyle bir bağlayacağım ki...'

'Sevgilim! Sevgilim! Özür dilerim. Ama ben bir şey... Of...'

20:10

Özür diliyor.

21:55

Özür dilerken ses tonunda en ufak bir utanma tınısı sezilmiyor. Ya da ben sezemiyorum.
25:14

'İyi günler nasıl yardımcı olabilirim?'

'Canlı, kımıl kımıl bir ses duymak ne güzel bir duygu?'

'Ben de senin sesini duyduğuma sevindim.'

'?'

'Aşkım çok özledim seni...'

'Aşkım derken?'

'Tanımadın deme. Seni gidi seni.. Birlikte vakit geçirdiğimiz geceleri...'

'Sus! Sus! Kayıt altında görüşmelerimiz. Sen.. Sen...'

'Evet eski sevgilin. Bir türlü aklımdan çıkmıyorsun hayatım.'

'Bak bunu sonra konuşalım olur mu? Lütfen bana yardımcı ol. Ben bir diz üstü bilgisayar satın aldım. Ancak bir yere düştü. Ve ben bu durumun...'

'Seni yaramaz... Seni haşarı... Hiç değişmemişsin. Ben senin bu sakar halini seviyorum biliyor musun?'

'Evet evet sakarlık biraz vardı. Ancak suç benim değildi. Bak ben bu durumun üret...'

'Sana bir şey söyleyeyim mi?'

'Ama daha cümlemi bit...'

'O günden beri attığım her adımda kokun vardı biliyor musun aşkım...'

'Bak ne olur. Yalvarıyorum bana yard.'

'Ne olur geri dön bana.'

'Bak..'

'Benim ol! Her şeyimle bana sahip çık! Seni istiyorum! Bak benimle görüşmezsen seni ilgili birime aktarmak zorunda kalacağım ona göre!'

'Bak beni seni sonra ararım tamam mı? Şimdi kapatmak zorundayım...'
29 uncu dakikada görüşme ya da görüşememe faslı böyle bir hüsranla bitti maalesef. Biraz da şaşırtıcı değil mi? Sizin başınıza hiç böyle bir şey geldi mi bilmiyorum; ancak benim başıma bundan daha tuhafı geldi.

29 dakika önce yeni aldığım diz üstü bilgisayarımda bir şeyler yazmaya başladım. Ve bilin bakalım günlerden neydi? Tabii ki Salı...

Sıradan Bir Kabus

Odanın içinde dolanıyorum kendimden habersiz. Küp şeklinde odalar hayal ediyorum içinde binlerce ben'in olduğu. Sıkışmışız hepimiz. Yer bulmaya çalışıyoruz temiz bir nefes uğruna. Ben bana çarpıyorum, öbür ben bana, öbür ben de bana. Hangi ben benim? Hangi ben, ben değilim? "Bir ben vardır benden içerü!" Lakin hangi ben, ben de saklıdır bilemiyorum. Küp odanın içinde uzun metrajlı bir kabus klasiği bu...

Bütün benlerim göz göze geliyor. Retina tabakalarımızı sömürürcesine irdeliyoruz. Karmaşanın içinde bir atlı karıncaya binip sallanıyoruz hepimiz. Ama sonra üzülüyoruz. Bir karıncanın, incecik sırtında bir atı taşıyamayacak kadar güçsüz olduğunu bilerek..

Küp odada yuvarlak bir delik açılıyor. Bir ışık huzmesi tüm gözleri ve tüm kabusları kamaştırıyor. Kurtuluş mu bu diye sırayla çığlık atıyoruz. Benlerden biri, "değil" diyor elindeki bardağın su dolu yarısını göstererek. Bütün benler o beni saf dışı ediyoruz hemen. Bardaktaki suyu da küp odanın içindeki begonyalara döküyoruz. Begonyanın yaprakları uzamaya başlıyor. Deliğe uzanıyor Yapraklarına tutunup çıkıyoruz delikten...

Küp odayı terk ediyoruz bütün benlerimle. Delikten ışığa doğru koşturuyoruz. Sonra sırasıyla ve çizgi halinde bir şaşkınlıkla boşluğa düşüyoruz. Düşüyooruuuzz...

Dümdüz bir ovanın en görünmez yerine konuyoruz bir kuş eminliğiyle. Bir tabela görüyoruz. " COŞKU : 50 KM" ...

Hepimiz çığlıklara bürünüyoruz. Hoplayıp zıplıyoruz. O sırada yuvasında şekerleme yapan dev Anka kuşu duyuyor patırtılarımızı. Kanatlanıp yanımıza süzülüyor.

Korkuyoruz. Hemen devekuşu misali kafalarımızı toprağa gömüyoruz. "Korkmayın sizi gidi masal cahilleri diyor" Ben, ben ve ben ve diğer benler kafalarımızı topraktan çıkarıyoruz. Anka kuşunun yüzündeki gülümsemeyle sonsuz bir oh çekiyoruz sırayla....

Hepimize teker teker numaralı biletler veriyor. Biletlerin üstünde bugünün tarihi ve saati yazılı. Şaşırıyoruz. O, şaşkınlığımızı kanatlarıyla susturarak: " Evet biletlerdeki numaraya göre kanatlarımdaki koltuklara yerleşin ben sizi "coşku"ya götüreceğim" diyor. Hepimiz koltuklarımıza oturuyoruz. Horoz şekeri yalarken duyduğumuz bir mutlukla doluyor içimiz. Emniyet kemerlerimizi takıyoruz. Ve Anka kuşu en asil haliyle uçmaya başlıyor. Yerden yükseliyoruz. Yükseliyoruz.. Yükseliyooruuzz...

Geçtiğimiz yerlere bakıyoruz ben bakışı. Bir park görüyoruz. Parkta çocukluğumuz elinde balonuyla günün tadını çıkarıyor. "Heyyyyy!" diye bağırıyoruz çocukluğumuza.. Duymuyor.. Sonra bir kır görüyoruz. Gençliğimiz sevgilisinin elinden tutmuş mutlu mutlu bir şeyler anlatıyor. "Heyyy gençliğimiz! Bize bakk!! Anka kuşunun kanatlarındayız! Coşkuyaa gidiyoruz!" diyoruz. Ama ne duyuyor ne de görüyor..

Sora şimdiki halimizi görüyoruz. Bir trenin içinde yapayalnız ağlıyor, üzülüyoruz. "Heyyy sennn biz seniizzz! Bize bakk!!" diyoruz.. Duymuyor...

Ve bir tepenin ardındaki denizi fark ediyoruz. Deniz bizi görür görmez dalgalarıyla bir kalp resmi çiziyor ve ufuk çizgisiyle gülümsüyor. Bizde ona gülümsüyoruz. Anka kuşu da gülümsüyor.. Aniden aşağıya süzülüyor. İçimiz çekiliyor. Haykırmakla haykırmamak arasında bir tereddüt yasıyoruz.. Ve usulca iniyoruz.

Anka kuşu geldik diyor. Ve bize doğru kanatlarıyla vedalaşıyor ve uçuyor eski yönüne. O sırada parlayan bir kapı görüyoruz. Çoşkunun, o kapının ardında olabileceğini düşünerek koşmaya başlıyoruz. Kapı, gerilim filmlerindeki o ürkütücü kapı açılma efektiyle aralanıyor yavaş yavaş. İçeride gri, insana bu yaşamda değilmiş izlenimi veren bir loşluk hakim. Az ileride bir su birikintisi görüyoruz. Suda bir iz beliriyor bakmamızla. Biz yani bizlerden biri yani ben'i yatağımızda mışıl mışıl uyurken görüyoruz. Baktıkça bizimde uykumuz geliyor. Gözlerimizi kısıp, ağzımızı olabildiğince kenarlara açarak esnemeye başlıyoruz hep birlikte. .

Sonra hissedemediğimiz, algılayamadığımız bir arzuyla suya atlıyoruz teker teker.
Bir süre suyun içinde şaşkın ve mahmur bakışlarla parazitli görüntülerimizi seyrediyoruz.
Sonra görünmez oluyoruz giderek.. Ve bir ses duyuyoruz aniden ;

"Günaydın sevgilim! Kahvaltını hazırladım!"

Ve bütün benler artık bir ben oluyor bende. Yaşamın içindeyim artık. Sevgilimin gözlerine yaşadığımın bilinciyle bakıyorum uzun bir süre:

"Nihayet geldim coşkuya" diyorum. Anlamamış bir ifadeyle bana bakıyor.. "Boş ver diyorum" gülümseyerek. Sonra ayağa kalkıyorum bir yürek hafifliğiyle. Pencereye yanaşıp yeni ağaran sabah manzarasını izliyorum. Birden gökyüzünde uzaktan süzülen dev bir kuş fark ediyorum. Coşkuyla dönüyorum hemen sevgilime 'her yaşanan bir sırdır aslında' mırıldanıyorum. Sonra :

"Günaydın sevgilim! Günaydın!!" diyorum...

Ne Diyordum ?

Ne diyordum? Ha! Evet! Diyeceğim hayatınıza bir parça renk katmaya çalışmalısınız! Madem bana gelme ihtiyacı hissettiniz, ben de bir psikolog olarak size elimden gelen yardımı yapacağım. Şeyy.. Evet. Kaç yıllık evliyim demiştiniz?
Erkek - Dört!
Psikolog - Hayır size sordum!
Kadın - Dört!

Evettt... Demek dört... Bakın! Evlilikler bir nevi kaçamak ilişkilerin bittiği durumdur. Ve insanın özünde kaçamak aşkları yaşamak dürtüsü vardır. Siz bir nebze o açlığı da çekiyor olabilirsiniz. Şey aranızda aç olan var mı? Benim biraz karnım acıktı da. Neyse sonra yerim. Ha ne diyordum?
E- Kaçamak ilişkiler!
P- Ha evet! Çocuk var mıydı?
E- Hayır yok!
P- Ya sizin cevabınız?
K- Yok!

Hımmm ikiniz de yok dediniz! Demek ki ortak bir noktada buluşabiliyorsunuz. Bakın bu güzel işte. Ünlü bir psikolog der ki mutluluk ortak noktalarda buluşabilmektir. Aslında bende ünlü olabilirdim. Ama hiç böyle bir kaygım olmadı. Yoo yoo yanlış anlamayın ben kaygısız değilim. Tabi ki benim de kaygılarım var. Bakmayın göz altlarımın biraz çukurlaştığına. Herkes gibi benim de mutlu olmak adına kaygılarım var. Ne demişler kaygısız başın ceremesini şey çeker! Ne çekerdi? Neyse ne diyordum. Ha! Ortak noktalar! En son en zaman münakaşa ettiniz?

- Dün!
Sizce?
- Dün!

Hımmm... Demek yakın bir tarihte. Peki bir psikolog olarak münakaşa sebebini sormamda bir mahsur bulunabilir mi?

- Yemek.
Sizce?
- Yemek.

Yemek? Hımmm. Bakın yemek yemek temel ve zaruri bir ihtiyaçtır. Bu gerçeği ilk insanlar bile keşfetmişlerdir. Bilirsiniz onlar mamut avlarlarmış. Ama şimdi mamutların nesli tükendi tabi. Neyse! Demek tartışma konusu yemek! (Garrk!) Pardon! Sanırım öğlen yediğim yemek dokunmuş olmalı. Bu konuda bir türlü ölçülü davranamıyorum. Ne yediğime dikkat etmem
gerekiyor. Şey... Kaç yıllık evliyim demiştiniz?

- Dört!
Siz?
- Dört!

Evet..Demek dört!...Karımla dördüncü evlilik yıldönümümüzde gemi seyahatine çıkmıştık. Ama itiraf etmeliyim geminin aşçısı çok kötüydü. Eğer durumun böyle olacağını bilseydim inanın erzakımı yanımda getirirdim. Neyseki sadece bir hafta tahammül etmek zorunda kaldım. Neyse... Demek dört! Dört ve Yemek? Konu yemekti öyle mi?

- Evet.
Sizce?
- Evet!

Hımmm. Ahhhh. Saatim durmuş yine. Karım o kadar tembih etmişti oysa pil almam için. Unutkanlık işte. Şeyy... Ben zamana çok önem veririm. Her şey dakik olmalı. Yemek tam vaktinde gelmeli! Yoksa o yemekten hayatta tat alamam. Karım da bunu çok iyi bilir. İnanın bana dişlerimi fırçaladığım saat bile bellidir. Neyse. Şey.. Saat kaç acaba?

- Üç buçuk.
Sizce?
- Üç buçuk!

Hımmm... Bir saniye mide hapımı almam gerekiyor... Tamaamm! Şey. Ne diyordum?
- Zaman sizin için çok önemlidir!
Sizce?
- Zaman sizin için çok önemlidir.

Ha evet! Kırkaltı yıl nasıl geçti anlamak mümkün değil. Sizin gibi kaç insan kaç çift geldi sayamam bile. Tabi benim görevim herkese yardımcı olmak ve mutlu olmasını sağlamak. Hala hastalarımdan kart alıyorum. Bu inanın benim için oldukça mutluluk verici. Şey... Demek tartışma konunuz yemek! Severek mi evlendiniz? Yani görücü usulü ile mi yoksa? Aslında yanlış bir soru tabi severek mi evlendiniz sorusu. Tabi ki sevmiş olmalısınız birbirinizi ki evlenmeye karar vermişsiniz. Düşünsenize şöyle bir soru sorduğumu sevmeyerek mi evlendiniz? Hah hah hah! Sizce de komik olurdu değil
mi öyle sorsaydım?

E- Evet!
P- Sizce?
K- Evet!

Evet bence de komik olurdu. Şeyy. Neyse... Tabi her evlilikte çeşitli tartışma konularından çeşitli tartışma ortamları doğabilir. Önemli olan böyle durumlarda yaratılacak uyumdur. Yani çiftler tartışma zamanlarında birbirlerine saygıyla yaklaşarak uyum göstermeliler. Bakın göstermek zorundalar demedim. Çünkü evlilikte hiçbir olgu zorunluluğa dayandırılamaz.
Her hareketin her davranışın altında ortak özgürlük olmalıdır. Ortak özgürlükten kastım da... Bir saniye.. Midem!! Bir tane yetmedi, sanırım bir tanede daha alsam iyi olacak!... Tamamm! Şey ne diyordum?
E- Ortak özgürlük.
P- Sizce?
K- Ortak özgürlük!
Ha evet..Çiftler yaşadıkları mekanda uyumlu bir biçimde kendilerine ortak özgürlük şansı vermeliler. Tabi ki yemek yemek sizin en doğal hakkınız. Ama düşünmenizi istediğim asıl konu yemek için tartışmanız sizin için doğal bir hak mıdır? Pek tabi biraz daha derinlere inseydik muhakkak asıl sorunun yemek olmadığını öğrenecektik. Demek ki sorunların köküne inebildiğimiz sürece onları çözmeye yaklaşabiliriz. Pek tabi benimde sorunlarım var. Bir
çoğu da beni yiyip bitiren sorunlar. Ben şey.. Ben klasik müzik dinlemeyi
çok severim. Ama... Şey... Ama... Neyse! Ne diyordum?

E- Sorunların kökü!
P- Sizce?
K- Sorunların kökü!

Ha evet tabi ya! Sorunların kökü! Kök çok önemlidir. Bir çiçeğin bir ağacın kökünü düşünün. Ancak iyi sulandıklarında ve güneş aldıklarında yani ihtiyacı olanları aldıklarında kökleri kudretli ve sağlam olabilir. Ve ancak o şekilde dalları, yaprakları gürbüz olabilir. Benim evde bir begonyam var. Ben begonyaları çok severim. Gerçekten çok hassas bir bitkidir begonyalar. Neye ihtiyacı olduğunu çok iyi bilmeniz gerekir. Ayarı kaçırdığınızda hemen size küserler. Narindirler. Bir anne şefkati isterler. Ama ne yazık ki begonyalarımdan biri ben iş gezisine gittiğimde... Neyse... Şey... Demek sebep yemek ha? Hımmm... Peki daha önce buna benzer tartışmalar yasadınız mı?

E- Başka sebeplerden birkaç kez.
P- Siz?
K- Başka sebeplerden birkaç kez!

Bakın dediğim gibi! Sebepler uyuşmazlıkların içindeki zincirin halkalarındandır. Zinciri uzatmak ya da uzatmamak sizin elinizde. Derinlere inip sevgiyle birbirinizi anlamaya çalışmalısınız. Bir saniye telefon!... Alo! Merhaba karıcığım... Evet karıcığım... Hay hay karıcığım... Ama karıcığım!...Tamam karıcığım. Peki karıcığım... Geliyorum karıcığım... Karıcığım begon!... Şey... İzninizle ben şimdi çıkmak zorundayım. İsterseniz randevulaşacağımız bir gün seansımıza devem edelim. Ne dersiniz?

E- Olur.
P- Sizce?
K- Olur...

Büyük Yarış Ya da Zamansal Mucize

Evet evet, çok hızlı koşmalıyım. Bu benim belki de son şansım. Herşey için. Yeni bir başlangıç, yeni bir hayat için. Gerçi kendimi beklediğimden erken burada buldum. Doğrusu çok da heyecanlıyım; her yerim titriyor. Daha nasıl biri bile olduğumu bilmiyorum. Gergin bir bekleyişin içindeyim. Burası da çok karanlık. Evet.. İşte o patlama. Evet... Yarış başladı!!!!
Heyyyyy.... Muhteşem bir duygu. Sanki binlerce metre yükseklikten üstümde paraşüt bile olmadan kendimi boşluğa bırakmışım gibi. Evet evet çok hızlı koşmalıyım. Ya da uçmalıyım.. Of bilmiyorum. Tek bildiğim, bize verilen haritadaki hedefe gitmek. Vücudumun tüm kıvrımları bir rakkas taklidi yapıyor sanki; öyle oynak ve kıvrak ki inanamıyorum. Bu benim ilk deneyimim. O da ne binlerce yarışçı daha. Heyyy ne kadar da çoklar?
Hay aksi! İşimin bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Yağmur taneleri gibi resmen!

"Heyy itmesene! Düzgün yarış!"

Bunlar hiç de centilmen değil! Tüm enerjimi, gücümü kullanmalıyım birinci gelebilmek için. Ne çok kıvrım var yollarda. Olamaz! Duvarlara çarpan her yarışçı ölüyor. Gerçekten çok tehlikeli. Çok dikkatli olmalıyım. Bu yarış benim son umudum. Kendimi tanıyabilmem için de son fırsat. Daha güzel miyim yakışıklı mıyım onu bile bilmiyorum...

Geçmişimi bile anımsamıyorum. Tek bildiğim, kendimi kapkaranlık, ıslak, gürültülü bir yerde bulduğum; beynime bir haritanın sokuşturulduğu; sonunda da şöyle yazdığı : " Evrenin büyüsüdür bu başlangıç. Kazananırsan ruhun evrene armağan."

Çok düşünüp de yavaşlamamlıyım. Daha hızlı koşmalıyım. Ya da uçmalıyım... Neyseki aynı zamanda yön gösteren levhalar var. O da ne ? Öyle az kalmışız ki. Ne çok ölen olmuş. Peki neden? Bu biraz da acımasızlık değil mi? Onların günahı nedir ? Hem birinci gelince gerçekten bir başlangıç olacak mı ? Mutluluk mı bu? Offf. Bilmiyorum... Daha hızlı olmalıyım, daha hızlı!

Hey... Işık... Muhteşem bir aydınlık... Yaklaşıyoruz. Öyle pırıltılı ki bakamıyorum. Daha hızlı olmalıyım. Işığa ben varmalıyım. Işığa ilk ben dokunmalıyım. Işığı ilk ben hissetmeliyim. İçim inanılmaz bir şekilde kıpırdanıyor. Oraya ulaşma isteğim öyle çok kabardı ki... Daha hızlı olmalıyım!

Dört yarışçı kaldık. Kuyruğumu daha iyi kullanmalıyım. Çok az kaldı. Çok az... Hadi... Hadi... Işıkla vücudum neredeyse birleşmek üzere. Hadi.. Hadi.. Üç yarışmacı kaldık.... Işık içime girecek sanki tüm gizemiyle.. Hadi... Ya hep ya hiç! İki... Çok iyi.. Evet... Evet.... Hiç bir şey göremiyorum. Hadi...
Evet!!!!!! Kafamla o ince, büyümsü zara vuruyorum tüm gücümle. Öbür yarışçı da aynı şeyi yapıyor. Daha güçlü vurmalıyım. Zarı delmeliyim. Daha güçlü... İçeri ilk ben girmeliyim... Çok terledim ve yoruldum ama az kaldı... Hadi... Ohhhh....

İçerideyim... O da ne tüm kapılar kendiliğinden kilitlendi! Diğer yarışçı da dışarıda kaldı ve öldü. Ne üzücü..

Burası ne tuhaf.. Harika kokulu bir sıvı sanki bedenimi yalıyor usulca... Harika bir müzik sesi esiyor sanki içeride. Cennet böyle bir yer mi acaba? Hem kimim ben ? Yeni bir yolculuk daha mı yapacağım yoksa? Bu zaten çok yorucuydu. bedenimde tuhaf şeyler oluyor. Sanki birileri ruhumu çoğaltıyor gibi... Hımm.. Duvarda bir tabela :

"Hoş geldin evine asil sperm! Sen evrene, evren de sana armağan olsun. Yaşayacakların zamansal bir mucizenin sadece başlangıcıdır."

  Son İlmek Sendromu O rağmen öyle değil işte röprodüksiyon bir  aşk  - lezzetli bir sahtelik kısa bir reklam arası - sonra yine üzüleceğiz ...